öyküler yazmak Harika bir Zamanlar!
Kısa boylu, yaşından biraz fazla gösteren, dudaklarında mütemadiyen sinirli ve manasız bir tebessüm gezdiren bir bayandı bu. Ahmet anlattı: — Geçinemiyorduk. Aramızda hiç kavga eksik olmuyordu. Birkaç defa karakollara düştük. Yine barıştık. Boşanmak için mahkemeye müracaat ettim. Şahit yazdırdığım şoför Hamdi, karım Fethiye’ye, “Artık boşanacaksınız. Baş şahit de benim!” diye haber vermiş. Fethiye de, “Ben ona bir tuzak kurayım da boşanmak istemek neymiş anlasın” demiş. Bunun üzerine içime bir kurt düştü. Sinirli oldum. Kendisinden korkmaya başladım. Dün sabah bavuluma eşyamı doldurup oteli terk etmeye karar verdim. Bu niyetle merdivenleri inerken karşıma çıktı, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Elbet yatacak bir otel odası bulur, başımı sokarım. Ben artık senin yanında kalmaya korkuyorum, gideceğim!” “Bir yere gidemezsin. Şuradan şuraya bir adım atamazsın. Bitin kanlandı da çekip gidiyor musun? Hem bavulunu göster bakayım. Belki de müşterilerin eşyasını çaldın” diye başladı. Ağzına geleni söylüyordu. Namusuma taalluk eden birtakım kötü sözler… Üzerime sandalye ile hücum etti. Polisler geldi. Karakola götürdüler. Zabıtlar tutuldu. Evvela o imza etti. Tam ben imza atarken, “Yanıyorsun Ahmet!” diye bağırdılar. Fakat imza etmekle yanmak arasında bir münasebet göremedim. Paltomdan keskin bir koku ile bir dumandır çıktığını görünce işi kavradım. Hemen paltomu çıkarıp attım. Paltomun arkasından bir karış yer yanmış, söndürdüler. Meğer paltoma kezzap dökmüş. Bana hakaret ettiği için davacıyım efendim. Hâkim: — Bak o da senden şikâyetçi, onu dövmüşsün? Ahmet: — Dövmedim efendim. Ahmet konuşurken, Fethiye ara sıra sözünü kesmek ister gibi atılıyor, fakat hâkimin ciddi bakışları karşısında yine süt dökmüş kedi gibi siniyor, sonra tekrar alevleniyordu. Hâkimin şiddetli bir ihtarı üzerine artık söze karışmadı ama, bir tiyatro aktrisi mimikleriyle, bazan işitilebilir bir sesle, “Allah Allah!” demekten geri kalmıyordu. İşte Ahmet’in sorgusu bu hava içinde bitti. Sıra Fethiye’ye gelmişti. Fethiye: — Garsondu, dedi. Bizim otelde yatıp kalkardı. Allahın emri ile beni istedi. Eh Allah emridir, dedim. Kendisine vardım. Beş senedir evliyiz. Ben kocamı severim. Kavga ettiğimiz sabahın gecesi onu pencere kenarında cıgara içer buldum. “Bana bir şey oldu,” dedi. “Rüyamda fena şeyler görüyorum. Denizlere mi düşmüyorum, bulutlara mı çıkmıyorum. Bir şeyler oluyor bana. Cinnet getireceğim.” O sabah baktım bavulunu almış gidiyor. “Ne o beyefendi,” dedim. “Müşteri gibi nerelere gidiyorsun?” “Gideceğim, artık senin yanında oturamam!” cevabını verdi. “Ne kötülük gördün benden kocacığım,” dedim. Bunu söyler söylemez kafama bir yumruk vurdu, sandalyeyi kapınca üzerime hücum etti. Sövdü, saydı. Ayırdılar. — Bak, ona sen de fena fena sözler söylemişsin? — Ben kocamı severim. Öyle isnatlarda bulunmam. Sonra karakola gittik. Karakolda paltosunun cebinde otomobilin bazı yerlerini silmek için yanında gezdirdiği kezzap şişesini gördüm. Birkaç defa da, “Sana bunu dökerim” diye beni tehdit etmişti. Polislere, bakın, diye göstermek üzere şişeyi cebinden aldım. O da eğilmiş imza atıyordu. Kalkarken çarptı, sırtına döküldü. Hâkim: — Burasını çok güzel tevil ettim. Peki şişe kapalı değil miydi? — Kapalıydı ama efendim, kocam hızlı çarptı, tıpası fırladı. Hem efendim onun bütün elbiselerini ben kendi paramla yaptım. Tam beş kat elbisesi var. Kendi yaptırdığım elbiseyi ben ne diye yakayım? Evet efendim davacıyım, bana hakaret etti, dövdü. Şahit Avni, otelin karşısındaki dükkânda çıraktır. İçerde, “Adam bıçaklanıyor. Koşun, polise haber verin” diye bir kadın sesi duyduğunu, polise koştuğunu, hep beraber karakola gittiklerini, karakolda, Ahmet’in üstüne kezzap döküldüğünü, fakat dökeni görmediğini söyledi. Sıra şahit Celal Dağlı’ya gelmişti. Bu kısa boylu, on yedi yaşlarında, gayet sıhhatli bir gençti. — Ben o otelde misafirim, diye söze başladı. Erkek kadına hiçbir şey demedi. Kadın ağzına geleni söyledi. Erkeğin elindeki bavula yapıştı. Bir yandan, “Nereye gidiyorsun? Seni ben beş senedir besliyorum. Şu elbiselerini bile ben yaptım. Seni hiç bırakır mıyım?” diyor, bir yandan da sövüp duruyordu. Bir aralık sandalyeyi kaptığı gibi Ahmet’in üzerine yürüdü. O da sandalyeyi elinden alıp iki tokat aşketti. Ben araya girdim. Polisler geldi. Karakola gittik. Karakolda da bu Fethiye Hanım kendi cebinden kezzap şişesini çıkarıp Ahmet’in paltosuna döktü. Şişeyi de sobaya attı, dedi. Fethiye: — Bu şahit, kocamın arkadaşıdır, diye itiraz etti. Şahit: — Hayır efendim, oraya geleli ancak üç gün oldu, dedi. Ahmet’e soruldu. Ahmet şahidin arkadaşı olmadığını ve doğru söylediğini bildirdi. Fethiye’nin kocasına hakaret ettiği sabit olduğundan üç gün hapsine ve bir lira para cezası ödemesine, Ahmet’in de sabit olan dövme suçundan 25 lira para cezasına, dövdüğü kendi karısı olduğu için bu cezanın artırılarak 29 lira 30 kuruş ödemesine, fakat kadın tarafından şiddetli tahrik edildiği anlaşılmasıyla bu cezanın 9 lira 70 kuruş olmasına karar verildi. İşte size bir duruşmada bitiveren bir dava ve bir aile hayatında olmaması lazım gelen, fakat her gün olagelen vakalardan biri…
Yazın bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve, sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hala üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki, bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine, girerken şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini önüme bırakıp giden kahveci:
– Kışın da güzel değil mi, bahçe? -dedi.
Bahçedeki mavi boyalı kasımpatlarının üzerine birikmiş karları gösterdi.
– Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi-, neredeyse homurdanmaya başlarlar.
Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. İçeriye göz attım. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan sac sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı camlara yapıştırıp dışarıyı seyrettim.
Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış, ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaya atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.
Kahveciye;
– Bugünkü gazete var mı?- diye sordum.
Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki hadiselere dalmağa çalışıyor, öte yandan kahveyi dinliyordum. Maişet derdi münakaşalarından öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgarla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğsünü dizine iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki kişilik eğlencesine, oyuncuların itirazına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu.
Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat, kahveciden yana dönük olduğu için, saatin kaç olduğunu kestiremiyorum. Epey bir zaman geçti. Birçok insanlar gitti. Kahveci, nihayet saatini benden yana çevirdi. Onbuçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci;
– Eviniz yakınsa acele etmeyin –dedi–. Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?
– Ya? –dedim–. Bana bir çay daha yap öyleyse… Bir dilim de limon.
Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıkmıştı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırdı ile kapatıp çıkıp gititikten sonra bu sükut büsbütün arttı, uzadı.
Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu. İhtiyarlar sakin, ciddi, adeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir. Dehşetli sükut uzuyordu.
Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyor, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan ehyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu iple de bağlamıştı. Ötekisinde, torik ağzı gibi açılmış altından hala ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.
Kahvedeki sessizlik uzadıkça uzuyordu. Şaşırmıştım. Neredeyse birinin , ya;
– Şeytan geçti!
Yahut da;
– Kız doğdu!
Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik…
Hala kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm yeni gelen adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum. Kırışıksız, manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız, siyah çizgili beyazbir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel iğne ile tutturmuştu.
Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum.
Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü;
– Sizi çağırıyor ,dedi–. Aklı yerinde ama, sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa. Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi.
Oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.
Kahveci, yeni gelene hala bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken;
– Şu zavallıya da, benden bir çay yap – dedim.
Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Çayı getirmeye gittiğini sandım.
Önünden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yana dönerek uzaklaşırken;
– Babam, değil mi? –dedi–. Ölüyormuş değil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükuttu. Sonra, sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk için de acı idi:
– Senin baban değil o.
Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açmıyordu.
Kahveci:
– Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!
Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgarı deler gibi gitti.
Bir zaman bir şey soramadım. Kahvecinin arkası bana dönüktü. Gürültü ile birşeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.
Ben:
– Nedir bu Allah aşkına?– dedim.
Belindeki önlüğü çıkarmağa uğraşıyor, cevap arıyor gibi, düşünüyordu.
Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken;
– Ruhunu teslim etti –dedi–. Öteki savuştu mu?
Kahveci, elleri önlüğünün arkadaki bağlarında, donmuş gibiydi. Onu çözeceğine, tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana açıklaması lazımmış gibi;
– Arabacı Kamil Ağa – dedi–, öldü de… O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti:
Sonra öteki adamlara döndü:
– Namussuzum –dedi–, pişmanlığından değil, miras vururum diyedir.
İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını gösteren bir yüzle;
– Pişman olsa da affedilemez o! –dedi.
Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağımı hiç düşünmeden budalaca sordum:
– Kız ne oldu?
Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses sada çıkmadı. Deminki sükutun bir başka türlüsü içine düştük.
Hatta gözlerle değil ama, sükutta ve sükutun hareketsizliğinde;
– Bunu niye sordun?
– Ne lüzumu vardı?
– Başka soracak şey yok muydu?
– Ne de meraklı imişsin!..
Diyen bir hal vardı.
Kimse cevap vermedi, parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hala önlüğünün bağlarını çözmeğe çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?
Sait Faik Abasıyanık
Loş ışıkta iyice koyulaşan kahverengi gözleri Agatha Christie’ye takılmıştı; sanki hapsedildiği çerçeveden fırlayıp kalbine bıçağı saplayan oymuş gibi alıngan bir ifadeyle bakıyordu siyah beyaz fotoğrafa.
“Hemen ölmüş” diye mırıldandı maktulü incelemekte olan Zeynep: “Sanırım damarları kesilmiş.”
İlgimi maktulün kolundaki pahalı saat çekmişti. Camı parçalanmış, akreple yelkovan tam 12.00’de durmuştu.
“Belli ki katiline direnmiş.” Ali’ydi bu fikri ileri süren: “Çıplak olması da manidar. Adam iş üzerindeymiş galiba?”
Zeynep’in yanaklarına tatlı bir pembelik yayıldı. Ali fark etti, gözlerinden muzur bir ışık geçti, belki bir şeyler daha söyleyecekti ki, dışarıdan gelen gürültüler engel oldu.
“Agatha Christie’ydi!” diyordu kapının önünde bir kadın sesi: “Evet, onun hayaletiydi.”
Yardımcılarımı odada bırakıp dışarı çıktım. İncecik bir kız, telaş içinde anlatmayı sürdürüyordu karşısındaki kısa boylu adama:
“Valla diyorum Erol Bey. Agatha Christie’ydi, neden inanmıyorsunuz?”
“Nimet kendine gel” diye sakinleştirmeye çalışıyordu Erol. “Ne Agatha’sı, ne hayaleti, abuk sabuk konuşma…”
“Ama gördüm, aynı fotoğrafındaki gibiydi, saçları, kıyafeti…”
“Emin misin Agatha Christie’nin hayaleti olduğundan?” diye kestim Nimet’in sözünü. Karşısında polis amirini görünce duraksadı kızcağız. Erol Bey, durumu kurtarmaya çalıştı:
“Yok Başkomiserim, olur mu öyle şey! Karanlıkta müşterilerimizden birini hayalete benzetti herhalde.”
“Lütfen” dedim. “Bırakın da o konuşsun. Evet, Nimet, anlat bakalım, nasıl gördün Agatha Christie’yi.”
Sesimdeki güven veren tını işe yaramıştı.
“Oradan çıktı Başkomiserim…” Titreyen eliyle, 411 no’lu odayı gösteriyordu. “Sanki yürümüyor da halının üzerinde uçuyor gibiydi. Önce asansörün önünde durdu, sonra merdivenlere yöneldi, göz açıp kapayıncaya kadar da kayboldu.”
“Nasıl kayboldu?”
“Kayboldu işte.”
Bakışlarım koridorun tavanını taramaya başladı. Ne düşündüğümü anlayan Erol, köşedeki yuvarlak cam cihazı gösterdi:
“Güvenlik kamerası orada Başkomiserim. Bence anlamsız ama isterseniz kayıtları da izleyebiliriz.”
Kamera kayıtlarını izleyeceğimiz alt kattaki odaya giderken, anlatmayı sürdürdü Erol:
“Sürekli müşterilerimizdendi rahmetli Burçin Bey. Yeni zenginlerden. Emlak işi yapıyormuş. Evi İstanbul’da ama özel günlerde otelimizde kalırdı. Evet, Burçin Bey gibi pek çok Pera Palas âşığı var. Otelimizde kalmak, onlar için geceyi geçirmekten çok, tarihin havasını solumak anlamına gelir.”
Kalmak nasip olmasa da aslında ben de çok severdim Pera Palas’ı. İstanbul’un simgelerinden biriydi bu otel. Son yüz küsur yılda birçok ilginç olaya sahne olmuştu. Bu cinayetle de atmosferine yepyeni bir gizem katılmış oluyordu.
Kamera kayıtlarıyla ilgili görevli yoktu ama becerikli Erol Bey hemen buldu kayıtları, az sonra da bilgisayar ekranından akmaya başladı görüntüler. Evet, işte Agatha Christie’nin odasının bulunduğu dördüncü kat… Evet, saat 12.00. Nimet 402 No’lu odaya bir tepsi içinde yiyecek götürüyordu. Derken, hepimizi şoka uğratacak görüntü girdi ekrana. Ünlü yazarın İstanbul’a geldiğinde kaldığı 411 No’lu odanın kapısı açıldı ve Agatha Christie usulca süzüldü dışarı.
“Dur, durdur şunu!”
Anında uydu komutuma Erol. Donup kaldı ekranda Agatha. Dikkatle incelemeye başladım. Romanlarının hayranı olmama rağmen elbette yakından görmemiştim onu ama kaldığı odadaki resme çok benziyordu. Elbette onun epeyce genci…
“Tamam, devam edebilirsiniz Erol Bey.”
Görüntü yeniden akmaya başladı. Hayır, elbette uçmuyordu Agatha Christie ama hızlı hareket ediyordu. Önce asansörün önüne geldi, bekleyecek hali yok gibiydi, panik içinde merdivene yöneldi. Basamaklardan hızla aşağıya indi.
“Nimet haklıymış” diye mırıldandı Erol tuhaf bir sesle: “Gerçekten de Agatha Christie öldürmüş Burçin Bey’i…”
O anda açıldı kapı ve bizim Ali’nin yüzü göründü.
“Maktulün karısı Tomris Hanım geldi Başkomiserim, sizi bekliyor.”
Kubbeli salonda büyük resmin önündeki koltuğa çökmüştü kadın. Aramızda birkaç metre kalmıştı ki, beni görünce kaşları çatıldı, öfkeyle ayağa fırladı: “Katil! Katil! Onu sen öldürdün.”
Ne diyeceğimi bilemeden öylece kalakaldım. Allah’tan hemen arkamdan yükselen bir itiraz, şaşkınlığımı sona erdirdi: “Yalan söyleme, asıl katil sensin!”
Başımı çevirince iki adım geride, yakışıklı bir adam gördüm. En az kadın kadar öfkeliydi, işaret parmağını kaldırmış saydırıyordu: “Kıskanç kadın! Burçin’i sen öldürttün.”
“İftiracı… Pis adam.” Adamı Zeynep’e gösterdi: “İşte aradığınız katil bu Rüştü alçağıdır. Hemen tutuklayın onu.”
“Hayır, onu tutuklayın” diye bağırdı Rüştü.
“Yeter” diye sesimi yükselttim. “Herkes sakin olsun bakalım.”
“Ama efendim” diyecek oldu adam, omuzlarından tutup sarsaladı Ali.
“Aması maması yok, sus dedik.”
Deli deliyi görünce değneğini saklar demişler ya, anında süt liman oldu ortalık. Rüştü’ye döndüm:
“Burçin’in ölüm haberini kimden aldınız?”
Öfkeyle kadına baktı adam:
“Kimden olacak, ondan… Suçu üzerime yıkacak ya, bir saat önce arayıp ‘Sonunda Burçin’i öldürdün. Ben de seni öldüreceğim’ diye tehdit etti.”
Tomris karşı çıkacak oldu.
“Lütfen!” dedi Zeynep: “Lütfen Tomris Hanım, sizi de dinleyeceğiz.”
“Burçin’in burada öldüğünü nereden biliyordunuz?” diye laf soktu Ali.
“Ortağım olur Burçin. Bu yılbaşını Pera Palas’ta geçireceğini söylemişti. Ne olduğunu söylemedi ama yıllardır hayal ettiği bir fantezisini gerçekleştirecekmiş. Üç aydır eve gitmiyordu zaten. Ayrılmıştı bu kadından.”
“Ayrılmadık, sadece evleri ayırdık…” diye itiraz etti Tomris ama sesi artık eskisi kadar güçlü çıkmıyordu.
“Neden?” diye sordum kadına dönerek. “Niçin evleri ayırdınız?”
Nefret dolu gözlerle Rüştü’ye baktı:
“Onun yanında konuşmak istemiyorum.”
Başımla Rüştü’yü işaret ettim.
“Ali, sen bu arkadaşla Orient Bar’a geç, ortaklıkları nasıl gidiyormuş filan bir anlatsın bakalım. Biz de Tomris Hanım’la sohbet edelim biraz.”
Kadının karşısındaki koltuğa yerleştim, oksijen sarısı saçları dağılmıştı, yaklaşan ihtiyarlığın şimdiden beliren çizgileri koyu ışıkta iyice derinleşmişti.
“Evet Tomris Hanım, sizi dinliyoruz…”
Alt dudağını çiğnemeyi bıraktı.
“Doğru, kocamla sorunlarımız vardı. Kavgalıydık…”
Gözleri doldu, nerdeyse ağlayacaktı.
“Niçin kavgalıydınız?”
Bakışlarını kaçırdı..
“Mahrem meseleler…”
“Cinayet soruşturmasında mahrem olmaz” dedi Zeynep ikna edici bir sesle. “Her şeyi bilmek zorundayız.”
Derinden bir iç geçirdi Tomris.
“Burçin ilginç bir insandı. Hep heyecan, hep macera arardı. Agatha Christie’ye duyduğu hayranlık da bu yüzdendi. Onun kitaplarını okurken, kendini hem katil, hem kurban, hem de dedektif gibi hissettiğini söylerdi. Ben de sesimi çıkarmazdım elbette. Romanlarda, filmlerde macerayı yaşamanın ne zararı var? Ama by pass ameliyatından sonra çok değişti. Bambaşka biri oldu.”
Merakla sordum:
“Dedektiflik filan mı yapmaya başladı?”
Yeşil gözleri utançla gölgelendi.
“Keşke öyle olsa, başka kadınların peşinden koşmaya başladı. Elli yaşını geçince erkeklere bi’şeyler oluyor. Ama onu Rüştü ayarttı. Genç kız etine düşkün bir canavardır o herif. Aynı zamanda akıllı bir adam. Bizimkinin fikrini de öyle çeldi zaten. Moskova’da gece uçuşları, Uzakdoğu’ya seks turları… Neyse işte, allem etti kallem etti ortak girdi şirkete. Evimizin ne tadı ne tuzu kalmıştı. Onurlu bir insan nasıl katlanabilir ki böyle bir rezilliğe. Gerçi sonra anladı Burçin bu Rüştü’nün ne mal olduğunu ama iş işten geçmişti. Zaten Burçin ayrılalım deyince de ölümle tehdit etmiş.”
“Kimden duydunuz bunu?” diye atıldı Zeynep. “Üç aydır ayrıymışsınız kocanızla.”
“Bizzat Burçin söyledi, ayrılmıştık ama konuşuyorduk. Kendisinin bu hale gelmesinden Rüştü’yü sorumlu tutuyordu. Açıkça itiraf etmedi, fakat eve dönmek istediğini hissettim. Belki de bu yüzden öldürdü onu Rüştü. Çünkü başından beri benim bu ortaklığa razı olmadığımı biliyordu. Burçin bana döneceği için öldürdü onu…”
Kadın daha fazla tutamadı kendini, gözyaşlarını koyverdi. Sakinleşmesi için onu Zeynep’le bırakıp Rüştü’yle konuşan Ali’nin yanına geçtim.
“Yok Ali Komiserim, ben niye öldüreyim Burçin Abi’yi.”
Orient Bar’ın kapısından adımımı atar atmaz ilk bu sözler çarptı kulağıma. Hiç şaşırmadım, yardımcım, “Niye öldürdün lan adamı?” diye bodoslama dalmış olmalıydı.
“Bana hiçbir kötülüğü yoktu ki.”
“Seni ortaklıktan çıkarmak istiyormuş” diyerek çöktüm masalarına. “Az önce Tomris Hanım anlattı.”
“Yalan söylüyor Başkomiserim, Burçin Abi, öz kardeşi gibi severdi beni. İnanmıyorsanız şirkettekilerle konuşun. Asıl nefret ettiği kişi Tomris’ti. Ayrılmak istiyordu kadından.”
“Başka kadınlara zaman ayırmak için mi?”
Erkeklere özgü o yılışık gülümseme belirdi dudaklarında:
“Evet Başkomiserim, Burçin Abi’nin gönlü gençti. ‘Yiyelim içelim dünyadan zevk alalım’ diyordu. Saklamıyordu da Tomris’e dünyanın parasını teklif etti, boşanalım diye. Ama kadın yanaşmadı. Kıskançlıktan deliye dönmüştü. Bir keresinde Antalya’da bastı Burçin Abi’yi, olay basına yansıdı. Rezalet! Fakat kadının umrunda değil… Sonunda, kiralık bir katil tutup öldürttü adamı işte…”
Her iki zanlıyla da sabaha kadar konuştuk ama karşılıklı ithamlar dışında bir sonuca ulaşamadık.
“Bence Rüştü yapmıştır bu işi” dedi Ali, Pera Palas’tan ayrılırken: “O herifi gözüm hiç tutmadı.”
Arkadaşını onayladı Zeynep:
“Evet, Tomris, tutkulu bir kadın. Kıskançlık nedeniyle adamın canına kastedecek olsa bunu bizzat kendi yapardı. O bıçağı bizzat kendi elleriyle saplardı kocasının kalbine. Bence de bu işi Rüştü yapmıştır.”
Fena halde yanılıyorlardı, bizi katile götürecek yol Agatha Christie’den geçiyordu. Onları merkeze bıraktıktan sonra eski Yeşilçam’ın ünlü yönetmeni, şimdi televizyon dizilerinin becerikli yapımcısı Arif’i aradım. Bu günlerde kullandıkları en iyi özel makyajcıyı sordum. Silikon Hayri diye birinin telefonunu verdi, eklemeyi de unutmadı: “Türkiye’de bulabileceğinin en iyisi bu Başkomiserim.”
Silikon Hayri’nin stüdyosu Bebek’te eski bir yalıdaydı. Ünlü polisiye yazarının fotoğrafını görür görmez, şaşkınlıkla mırıldandı:
“Bu yıl Agatha Christie’nin doğmunun yüzüncü yılı filan mı?”
“Hayrola, niye sordunuz?” dedim.
“Bir hafta önce de bir kızcağız geldi, elinde Agatha Christie’nin resmiyle. ‘Bu kadının gençliğine benzemek istiyorum’ dedi. Ama sadece makyaj değil, kadının yaşadığı dönemin giysilerini de bulmamızı istedi. Bulduk, dün de makyaja geldi. Kızı, Agatha’ya benzettik. Başarılı da oldu. Fotoğrafını bile çekmiştim.”
Dağınık masasının üzerini karıştırdı, ıvır zıvırı eşeledi, sonunda buldu:
“İşte burada…”
Evet, Pera Palas’ın güvenlik kamerasında gördüğümüz Agatha Christie’nin gençliği gülümsüyordu fotoğraftan bize. Ben de Hayri’ye gülümseyerek sordum: “Şu Agatha Christie’ye çevirdiğin kızın telefonu var mı sende?”
“Olmaz mı” diyerek, yine daldı masanın üzerindeki ıvır zıvırın arasına. “İşte burada.” Elindeki pembe kartvizi uzattı. “Kızın adı Tülin… Tülin Hoşbakan.” Kartı burnuma tuttu: “Çok da hoş kokuyor. Chanel No 5. Marilyn Monroe’nun parfümü…” Hınzırca göz kırptı: “Anlayacağınız pahalı zevkler sunan zarif bir esnaf kızımız.”
Pahalı zevkler sunan zarif kızımızı biraz araştırınca, fuhuştan iki kez gözaltına alındığını öğrendik. Ataşehir’deki dairesinde eşyalarını toplarken bulduk Tülin’i. Boylu poslu, hoş bir kızdı. Sağ gözündeki taze morluk bile gölgeleyemiyordu güzelliğini. Bizi karşısında görünce hiç şaşırmadı. Direnmeden olanı biteni anlatmaya başladı.
“Eski müşterimdi Burçin Bey. Aslında iyi bir insandı. Çılgın biri, hep yeni şeyler denemek isterdi. İki hafta önce buluştuğumuzda, ‘Bu yılbaşı manyak bir olay yapacağız’ dedi. Ben de yoksa Paris’e mi gideceğiz? diye sevindim. ‘Ne Paris’i kızım?’ diye tersledi. ‘Oranın modası çoktan geçti. Biraz hayal dünyanı kullan. Seni dünyanın en tanınan yazarı haline getireceğim.’ Ben de saf saf sordum. ‘Kimmiş o yazar?’ Küçümseyerek baktı yüzüme. ‘Kim olacak’ dedi. ‘Agatha Christe.’ Sonra bir kahkaha attı. ‘En büyük fantezim Agatha’yla yatmaktı. Bu yılbaşı fantezimi gerçekleştireceğim. Saat tam on ikide polisiye romanların kraliçesiyle sevişeceğim. Yani tatlım, sen Agatha olacaksın.’ Müşteri her zaman haklıdır; dediğini yaptım. Silikon Hayri’ye gittim, tıpkı Agatha Christie’ye benzedim.
Burçin Pera Palas’ta 411 Nol’u odada beni bekliyordu. Sanki Agatha Christie’ymişim gibi karşıladı beni. Komikti ama renk vermemeye çalıştım. Yedik içtik, o dönemin müziklerini dinledik, tuhaf danslar ettik. Saat 23.45 gibi sevişmeye başladık, amacını gerçekleştirmek için tam saat 24.00’ü hedeflemişti. Fakat Burçin gergindi, bir türlü sertleşemiyordu. Sakinleşmesini söyledim. Yeniden denedik, yine başaramadı. ‘Agatha Christie yüzünden’ diyecek oldum, ‘Sen sus’ diye azarladı. ‘Aklının ermediği işlere karışma.’ Sustum, ne isterse yapmaya başladım. Bütün maharetimi kullandım fakat nafile, erkekliği bir türlü uyanmıyordu. Şefkat göstermek istedim. ‘Takma kafanı, başka bir zaman deneriz’ diye saçlarını okşayacak oldum. Elimi itti. ‘Senin yüzünden’ diye çıkıştı. ‘Senin yüzünden orospu, iyi oynayamadın Agatha rolünü.’ O öyle deyince ben de kendimi kaybettim. ‘Sen kaldıramıyorsan, neden ben suçlu oluyormuşum’ diye bağırdım. Birden üzerime saldırdı, suratıma sert bir tokat indirdi, daha da vuracaktı ki, komodinin üzerinde duran meyve bıçağını kaptığım gibi sapladım göğsüne. Evet, öylece yığıldı yatağın üzerine. Galiba o anda öldü. Ama tuhaftır ölmeden önce, suçlayan bakışlarını bana değil, o ünlü yazara çevirmişti.”
Ahmet Ümit
Fugu, Japonya’nın Büyük Okyanus kıyılarının açıklarında yakalanan bir balıktır. Bu balığın, annem fugu yemekten öldüğünden beri benim için özel bir anlamı vardır. Zehir, balığın cinsiyet bezelerinde, iki tane patlamaya hazır kesecik içinde bulunur. Balığı temizlerken bu kesecikler dikkatle ayrılmalıdır, çünkü en ufak bir sakarlık zehrin damarlara sızmasına neden olur. Maalesef bu işlemin başarıyla yapılıp yapılmadığını anlamak kolay değildir. Kanıtı, balığı yemektir denebilir.
Fugu zehirlenmesi korkunç derecede acılı ve hemen her zaman ölümcüldür. Balık eğer akşam yenmişse, kurban genellikle uykusundan acıyla uyanır. Birkaç saat büyük bir acı içinde kıvranır ve sabaha ölmüştür artık. Balık, Japonya’da, savaştan sonra çok sevilir oldu. Daha sıkı kurallar konana kadar bu tehlikeli işlemi kendi mutfağında gerçekleştirmek, sonra da komşu ve dostları ziyafete çağırmak pek rağbetteydi.
Annemin ölümü sırasında Kaliforniya’da yaşıyordum. Bu dönemde, anne babamla olan ilişkilerim oldukça gerginleşmişti, dolayısıyla annemin ölümünü kuşatan olayları ancak iki yıl sonra Tokyo’ya dönünce öğrendim. Anlaşılan, annem fugu yemeyi hep reddetmiş, ama kırmamak istediği eski bir okul arkadaşı tarafından davet edildiği için, bu olayda bir istisna yapmış. Havaalanından babamın Kamakura mahallesindeki evine giderken, bu ayrıntıları anlatan babamdı. En sonunda eve vardığımızda güneşli bir sonbahar gününün sonuna geliyorduk.
“Uçakta yemek yedin mi?” diye sordu babam. Çay odasının tatami döşemeleri üzerinde oturuyorduk.
“Hafif bir şeyler verdiler.”
“Açsındır. Kikuko gelir gelmez yemeğimizi yeriz.”
Babam kocaman, taş gibi çenesi ve öfkeli, kara kaşlarıyla korkutucu bir görüntüsü olan bir adamdı. Şimdi geriye baktığımda düşünüyorum da Çu En-lay’a çok benziyordu. Tabii ailede, nesilden nesile geçen saf samuray kanından özellikle gurur duyduğu için bu karşılaştırmamı kendisi pek beğenmezdi. Varlığı genellikle rahat bir sohbet yürütmeyi kolaylaştırmazdı; söylediği her sözü bu konudaki son sözmüşcesine söylemek gibi bir âdeti olduğundan, bu da işleri kolaylaştırmazdı. Aslında o gün orada, onun karşısında otururken, çocukluğuma ilişkin bir anı geldi aklıma, “yaşlı bir kadın gibi gevezelik ettiğim” için kafama birkaç kere vurduğunu hatırladım. Havaalanına indiğimden bu yana yaptığımız konuşmalar, kaçınılmaz olarak uzun suskunluklarla bölünmüştü.
“Şirkette olanlar için üzgünüm,” dedim ikimizin de bir süredir konuşmadığımız bir anda. Ciddiyetle başını salladı.
“Aslında hikâye orada bitmedi,” dedi. “Şirket battıktan sonra Watanabe kendini öldürdü. O yüzkarası ile yaşamak istemedi.”
“Anlıyorum.”
“Biz on yedi yıl boyunca ortaktık. İlkeli ve şerefli bir adamdı. Ona büyük saygı duyardım.”
“Tekrar iş hayatına atılacak mısın?” diye sordum.
“Ben – emekliyim. Kendimi yeni girişimlerin içine atmak için fazlaca yaşlıyım artık. Bugünlerde iş hayatı çok farklı bir hale geldi. Yabancılarla uğraşmak lazım. İşleri onların tarzında yapmak lazım. Bu hale nasıl geldik anlamıyorum. Watanabe de anlamıyordu.” İç geçirdi. “İyi bir adamdı. İlkeli adamdı.”
Çay odası bahçeye bakıyordu. Oturduğum yerden, çocukluğumda perili olduğuna inandığım çok eski kuyuyu hayal meyal görebiliyordum. Artık sık yeşilliklerin ardında zar zor görülüyordu. Güneş iyice aşağılara inmişti ve bahçenin büyük bölümü gölgeler içinde kalmıştı.
“Her şeye rağmen gelmeye karar verdiğin için memnun oldum,” dedi babam. “Kısa bir yolculuktan daha fazla bir şeydir umarım.”
“Hayatımı nasıl düzenleyeceğimden emin değilim.”
“Kendi adıma, geçmişi unutmaya hazırım. Annen de her zaman seni kabul etmeye hazırdı – senin tavırların nedeniyle çok canı sıkılmış olmasına rağmen.”
“Teşekkür ederim. Dediğim gibi, planlarımın ne olduğundan henüz emin değilim.”
“Artık o zamanlar kafanda kötü niyetler olmadığına inanıyorum,” diye devam etti babam. “Bazı etkilerle savruldun. Birçokları gibi.”
“Belki de artık bunları unutmalıyız, senin de önerdiğin gibi.”
“Nasıl istersen. Başka çay ister misin?”
Tam o sırada evin içinden yankılanarak bir kız sesi geldi.
“Nihayet.” Babam ayağa kalktı. “Kikuko geldi.”
Aramızdaki yaş farkına rağmen, kız kardeşimle ben her zaman yakın olmuştuk. Beni görmek onu aşırı biçimde heyecanlandırmıştı ve bir süre başka hiçbir şey yapmayıp yalnızca kıkırdadı. Ama babam onu Osaka ve üniversite hakkında sorgulamaya başlayınca bir ölçüde yatıştı. Babama kısa, resmi cevaplar verdi. Kikuko da bana birkaç soru sordu, ama sorularının sıkıntılı konulara yol açacağından korkuyor görünüyordu. Bir süre sonra konuşma Kikuko gelmeden öncekinden bile daha durgun hale gelmişti. Sonra babam, “Yemeği hazırlayayım. Bu tür işlerle uğraşmak zorunda olduğum için kusuruma bakmayın. Kikuko seninle ilgilenir,” diyerek ayağa kalktı.
Babam odadan çıkınca Kikuko gözle görünür biçimde rahatladı. Birkaç dakika sonra, Osaka’daki arkadaşları ve üniversitedeki dersleri hakkında rahatça gevezelik ediyordu. Sonra birdenbire bahçede yürümemiz gerektiğine karar verip hızlı adımlarla verandaya çıktı. Verandanın parmaklıkları boyunca yan yana dizili bırakılmış hasır sandaletleri giyip bahçeye çıktık. Gün ışığı hemen tümüyle kaybolmuştu.
“Son yarım saattir bir sigara içmek için ölüyorum,” dedi bir sigara yakarken.
“O zaman, niçin içmedin?”
Arkadaki eve doğru kaçamak bir bakış fırlatıp yaramazca sırıttı.
“Haa, anladım,” dedim.
“Bil bakalım ne oldu? Bir erkek arkadaşım var artık.”
“Aa, öyle mi?”
“Ama ne yapacağımı bilmiyorum. Henüz karar vermedim.”
“Anlıyorum.”
“Amerika’ya gitmek için planlar yapıyor. Benim de okulu bitirince onunla gitmemi istiyor.”
“Anlıyorum. Sen Amerika’ya gitmek istiyor musun?”
“Eğer gidersek otostopla gideceğiz.” Kikuko suratıma başparmağını salladı. “Tehlikeli olduğunu söylüyorlar ama Osaka’da denedim ve bir şey olmadı.”
“Anlıyorum. O zaman, karar veremediğin ne?”
Çalıların arasında dolanıp eski kuyuda biten dar bir patikadan yürüyorduk. Kikuko, biz yürürken sigarasından gereksizce gösterişli nefesler çekiyordu.
“Eh, şimdi Osaka’da birçok arkadaşım var. Orasını seviyorum. Henüz onların tümünü geride bırakmak istediğimden emin değilim. Bir de Suichi – ondan hoşlanıyorum ama onunla bu kadar çok vakit geçirmek isteyip istemediğimden emin değilim. Anlıyor musun?”
“A, çok iyi anlıyorum.”
Tekrar sırıttı ve benim önümden kuyuya varana kadar sekerek gitti.
“Sen nasıl da bu kuyu perili derdin,” dedi ben ona doğru yürüyerek yaklaşırken. “Hatırlıyor musun?”
“Evet, hatırlıyorum.”
İkimiz de kenarından doğru içine baktık.
“Annem her zaman, o gece senin gördüğünün, manavdaki yaşlı kadın olduğunu söylerdi bana,” dedi. “Ama ben ona hiç inanmazdım ve buraya hiç yalnız başıma gelmedim.”
“Annem bana da böyle söylerdi. Hatta bir kere bana yaşlı kadının hayaletin kendisi olduğunu itiraf ettiğini bile söyledi. Anlaşılan, kestirme diye bizim bahçeden geçmiş. Bu duvarları aşmak için epey zorluk çekmiş olmalı.”
Kikuko kıkırdadı. Sonra arkasını kuyuya verip bakışlarıyla bahçeyi taradı.
“Annem seni hiç suçlamadı, biliyor musun?” dedi yepyeni bir sesle. Ben sessiz kaldım. “Bana hep, her şeyin kendi hataları olduğunu söylerdi, babamın ve kendisinin hatası. Seni doğru yetiştiremedikleri için. Bana hep, beni yetiştirirken ne kadar daha dikkatli olduklarını ve benim bu yüzden bu kadar iyi olduğumu anlatırdı.” Kafasını kaldırdı. Yaramaz gülümseme yüzüne geri dönmüştü. “Zavallı annem,” dedi.
“Evet, zavallı annem.”
“Kaliforniya’ya geri dönecek misin?”
“Bilmiyorum. Bakacağız.”
“Ne oldu – ona? Vicki’ye?”
“O iş bitti,” dedim. “Artık Kaliforniya’da benim için fazla bir şey kalmadı.”
“Sence oraya gitmeli miyim?”
“Git tabii. Bilmem ki. Belki seversin.” Eve doğru baktım. “Artık içeri girsek iyi olur belki de. Babamın, yemeği hazırlamada yardıma ihtiyacı olabilir.”
Ama kardeşim bir kez daha kuyunun dibine bakıyordu. “Ben hayalet göremiyorum,” dedi. Sesi biraz yankı yaptı.
“Şirketinin yıkılması babamı çok sarstı mı?”
“Bilmiyorum. Babam hiç belli etmez.” Sonra birden doğruldu ve bana döndü. Sana yaşlı Watanabe’yi anlattı mı? Ne yaptığını?”
“İntihar ettiğini duydum.”
“Eh, hepsi bu değildi. Bütün ailesini de kendisiyle birlikte götürdü. Karısını ve iki küçük kızını.”
“Sahi mi?”
“O güzel küçük kızları. Hepsi uyurken gazı açmış. Sonra kendi midesini bir et bıçağıyla kesti.”
“Evet. Babam bana Watanabe’nin nasıl ilkeli bir adam olduğunu anlatıyordu.”
“Hasta.” Kardeşim tekrar kuyuya döndü.
“Dikkat et. İçine düşüverirsin.”
“Ben hayalet falan görmüyorum,” dedi. “Sen bana hep yalan söyledin.”
“Ama ben hiçbir zaman hayaletin kuyuda yaşadığını söylemedim.”
“Nerede o zaman?”
İkimiz de etrafımıza, ağaç ve çalılara baktık. Bahçedeki ışık pek loşlaşmıştı. Sonunda sekiz dokuz metre ötedeki bir açıklığı işaret ettim.
“Tam orada gördüm onu. Tam orada.”
O noktaya diktik gözlerimizi
“Neye benziyordu?”
“Pek iyi göremedim. Karanlıktı.”
“Ama bir şeyler görmüş olmalısın.”
“Yaşlı bir kadındı. Sadece orada duruyor, bana bakıyordu.”
O noktaya gözlerimizi dikmiş kalmıştık, büyülenmiş gibi.
“Beyaz bir kimono giymişti,” dedim. “Saçları biraz dağılmıştı. Biraz uçuşuyordu.”
Kikuko dirseğiyle kolumu dürttü. “Yavaş ol. Beni yine korkutmaya çalışıyorsun.” Sigarasının kalanını yere atıp üstüne ayağıyla bastırdı, sonra kısa bir an ona şaşkın bir ifadeyle bakakaldı. Üstüne biraz çam iğnesi iteledi, sonra sırıtışını bir kez daha gösterdi. “Bakalım yemek hazır mı,” dedi.
Babamı mutfakta bulduk. Bize aceleyle bir göz attı, sonra yaptığı işe devam etti.
“Kendi başına idare etmek zorunda kalalı beri esaslı bir aşçı oldu babam,” dedi Kikuko gülerek. Babam dönüp soğuk soğuk kardeşime baktı.
“Pek övünmediğim bir beceri,” dedi. “Kikuko, buraya gel ve yardım et.”
Kardeşim birkaç saniye kıpırdamadı. Sonra öne doğru adım atıp bir çekmeceden sarkan önlüğü aldı.
“Şimdi yalnızca şu sebzeleri pişirmek lazım,” dedi babam. “Gerisine yalnızca arada bir göz atmak gerek.” Sonra gözlerini kaldırdı ve birkaç saniye beni tuhaf tuhaf süzdü. “Herhalde evi dolaşmak istersin,” dedi sonunda. Elinde tuttuğu çubukları masaya koydu. “Sen görmeyeli çok oldu.”
“Mutfaktan çıktığımızda başımı çevirip Kikuko’ya doğru baktım ama onun başı bana dönük değildi.
“İyi bir kız,” dedi babam sakin sakin.
Odadan odaya babamı izledim. Evin ne kadar büyük olduğunu unutmuştum. Bir sürgülü kapı kayarak açılıyor ve başka bir oda beliriveriyordu. Ama odalar ürkütücü şekilde boştu. Odalardan birinde ışıklar yanmadı ve pencereden gelen solgun ışığın altında çırçıplak duvarlara ve tatami döşemeye diktik gözlerimizi.
“Bu ev tek bir adam için fazla büyük,” dedi babam. “Bu odalar artık pek işime yaramıyor.”
Ama sonunda babam ağzına kadar kitaplar ve kâğıtlarla dolu bir odanın kapısını açtı. Vazolarda çiçekler, duvarlarda resimler vardı. Sonra köşede alçak bir masa üzerinde bir şey dikkatimi çekti. Yakına geldim ve bunun plastikten bir maket savaş gemisi olduğunu gördüm, çocukların yaptıkları cinsten. Bir gazetenin üzerine konmuştu; etrafına da çeşitli gri plastik parçaları saçılmıştı.
Babam bir kahkaha attı. Masaya yaklaştı ve maket gemiyi eline aldı.
“Şirket battığından beri,” dedi, “biraz daha çok vaktim var.” Tekrar güldü, oldukça garip bir şekilde. Bir an için yüzü neredeyse yumuşamıştı. “Biraz daha çok vakit.”
“Tuhaf geliyor bu,” dedim. “Her zaman o kadar meşguldün ki.”
“Belki de fazlaca meşguldüm.” Küçük bir gülümsemeyle baktı bana. “Belki de daha ilgili bir baba olmalıydım.”
Güldüm. Savaş gemisini incelemeye devam etti. Sonra başını kaldırdı. “Sana bunu söylemeye niyetim yoktu ama belki de söylesem iyi olacak. Annenin ölümünün kaza olmadığını düşünüyorum. Bir sürü endişesi vardı. Bir de hayal kırıklıkları.”
İkimiz de plastik savaş gemisine baktık.
“Tabii ki,” dedim sonunda, “annem benim sonsuza kadar burada yaşamamı beklemezdi.”
“Anlamadığın çok açık. Bazı anne babaların neler yaşadığını anlamıyorsun. Yalnız, çocuklarını kaybetmekle kalmıyorlar, onların, anlamadıkları şeyler içinde kaybolmalarına tanık olmak zorunda kalıyorlar.” Savaş gemisini elinde çevirdi. “Şuradaki bu küçük gambotların daha iyi yapıştırılması gerekirdi, değil mi?”
“Belki de. Bence çok iyi görünüyor.”
“Savaşta böyle bir gemide bir süre geçirdim. Ama aklım fikrim hep hava kuvvetlerindeydi. Şöyle düşünüyordum. Eğer gemin düşman tarafından vurulursa, bütün yapacağın, suda çırpınıp bir can yeleği bulmayı ümit etmektir. Ama uçakta –eh– her zaman bir silah daha vardır.” Maket uçağı tekrar masanın üstüne koydu. “Savaşa inandığını sanmıyorum.”
“Pek inanmam.”
Odayı çepeçevre süzdü. “Artık, yemek hazırdır,” dedi. “Acıkmışsındır.”
Yemek, mutfağın yanındaki loş bir odada hazır duruyordu. Tek ışık kaynağı, masanın üstünden sarkan büyük bir fenerdi ve odanın geri kalan kısmını gölge içinde bırakıyordu. Yemeğe başlamadan birbirimize saygıyla eğildik.
Pek konuşma olmadı. Ben yemek konusunda iltifat edince Kikuko biraz kıkırdadı. Daha önceki huzursuzluğu tekrar geri dönmüşe benziyordu. Babam birkaç dakika konuşmadı. Sonunda şöyle söyledi:
“Tekrar Japonya’da olmak sana tuhaf geliyordur.”
“Evet, biraz tuhaf.”
“Daha şimdiden, belki de Amerika’dan ayrıldığına pişmansındır.”
“Biraz. Pek fazla değil. Geride pek fazla şey bırakmadım. Sadece bazı boş odalar.”
“Anlıyorum.”
Masanın karşı tarafına göz attım. Yarı aydınlıkta babamın yüzü taş gibi ve korkutucu görünüyordu. Sessizlik içinde yemeğimizi yedik.
Sonra gözüme odanın arka kısmındaki bir şey ilişti. Önce yemeğimi yemeğe devam ettim, sonra ellerim hareketsizleşti. Bu, öbürlerinin de dikkatini çekti ve bana baktılar. Babamın omzunun üstünden karanlığa bakmaya devam ediyordum.
“O kim? Şuradaki fotoğraftaki?”
“Hangi fotoğraf?” Babam bakışımı izlemeye çalışarak hafifçe döndü.
“En alttaki. Beyaz kimono giymiş olan yaşlı kadın.”
Babam çubuklarını masaya koydu. Önce fotoğrafa, sonra da bana baktı.
“Annen.” Sesi çok sertti. “Kendi anneni tanıyamıyor musun?”
“Annem. Etraf karanlık. Çok iyi göremiyorum.”
Birkaç saniye kimse konuşmadı, sonra Kikuko ayağa kalktı. Fotoğrafı duvardan indirdi, masaya geldi ve bana verdi.
“Epeyce daha yaşlı görünüyor.”
“Ölümünden kısa süre önce çekilmişti,” dedi babam.
“Karanlıktan. Çok iyi göremedim.”
Başımı kaldırdım ve babamın elini uzattığını gördüm. Ona fotoğrafı verdim. Fotoğrafa dikkatle baktı ve sonra Kikuko’ya uzattı. Kardeşim, yumuşakbaşlılıkla bir kez daha ayağa kalktı ve resmi duvardaki yerine geri götürdü.
Masanın ortasında, kapağı açılmamış büyük bir kap vardı. Kikuko tekrar oturunca babam uzandı ve kapağını açtı. Bir buhar bulutu yükselip fenere doğru kıvrıldı. Babam kabı biraz bana doğru itti.
“Acıkmışsındır,” dedi. Yüzünün tek yanı gölgede kalıyordu.
“Teşekkür ederim.” Çubuklarımla ileri doğru uzandım. Buhar neredeyse beni haşlayacaktı. “Bu ne?”
“Balık.”
“Çok güzel kokuyor.”
Çorbanın içinde, neredeyse top haline gelecek şekilde kıvrılmış olan balık şeritleri vardı. Bir tanesini aldım ve çanağıma taşıdım.
“Buyur. Daha çok var.”
“Teşekkür ederim.” Biraz daha aldım, sonra kabı babama doğru ittim. Çanağına birkaç parça balık almasını izledim. Sonra her ikimiz de Kikuko’nun kendi tabağına balık alışını izledik.
Babam biraz eğildi. “Acıkmışsınızdır,” dedi tekrardan. Ağzına biraz balık götürdü ve yemeğe başladı. Sonra ben de bir parça balık seçtim ve ağzıma koydum. Dilime yumuşak, sulu ve etli geldi.
“Çok güzel,” dedim. “Ne balığı bu?”
“Yalnızca balık.”
“Çok güzel.”
Üçümüz de sessizlik içinde yemeğimizi yiyorduk. Birkaç dakika geçti.
“Biraz daha?”
“Yeterince var mı?”
“Hepimize yetecek kadar çok var.” Babam kabın kapağını kaldırdı ve bir kez daha buhar çıktı. Hepimiz ileri uzandık ve tabağımıza biraz yemek aldık.
“Al,” dedim babama, “bu son parçayı da sen al.”
“Teşekkür ederim.”
Yemeği bitirdiğimizde, babam kollarını gerdi ve bir memnuniyet havası içinde esnedi. “Kikuko,” dedi. “Bir çaydanlık çay hazırla lütfen.”
Kız kardeşim babamın yüzüne baktı, sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Babam ayağa kalktı.
“Öteki odaya geçelim. Burası biraz sıcak.”
Ben de ayağa kalktım ve babamın ardından çay odasına gittim. Geniş sürgülü kapılar açık bırakılmıştı ve bahçeden içeri bir esinti giriyordu. Bir süre sessizlik içinde oturduk.
“Baba,” dedim en sonunda.
“Efendim?”
“Kikuko bana Watanabe-San’ın, kendisiyle birlikte tüm ailesini de götürdüğünü söyledi.”
Babam gözlerini indirdi ve başını salladı. Birkaç saniye derin düşünceler içine dalmış göründü. “Watanabe işine çok bağlıydı,” dedi sonunda. “Şirketin çöküşü ona büyük bir darbe oldu. Maalesef bu onun muhakeme yeteneğini zayıflatmış olmalı.”
“Onun yaptığı şeyin hata olduğunu mu düşünüyorsun?”
“E tabii. Sen başka türlü mü düşünüyorsun?”
“Evet, evet, tabii ki böyle düşünüyorum.”
“İşten başka şeyler de vardır.”
“Evet.”
Yine sessizlik oldu. Bahçeden çekirgelerin sesleri geliyordu. Karanlığın içine baktım. Kuyu artık görünmüyordu.
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu babam. “Japonya’da bir süre kalacak mısın?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse, o kadar ilerisini düşünmemiştim.”
“Eğer burada kalmak istersen, yani bu evde, bundan büyük memnuniyet duyarım. Yani yaşlı bir adamla yaşamanın sence sakıncası yoksa.”
“Teşekkür ederim. Bunu düşünmem gerekiyor.”
Bir kez daha gözlerimi karanlığa diktim.
“Tabii,” dedi babam, “bu ev artık çok kasvetli. Mutlaka çok geçmeden Amerika’ya dönersin.”
“Belki de. Henüz bilmiyorum.”
“Mutlaka dönersin.”
Babam bir süre ellerinin tersini inceliyormuş gibi göründü. Sonra başını kaldırdı ve iç geçirdi.
“Kikuko’nun gelecek baharda okulu bitiyor,” dedi. “Belki o zaman eve dönmek ister. Kikuko iyi bir kız.”
“Belki ister.”
“O zaman işler düzelir.”
“Evet, eminim düzelir.”
Kikuko’nun çayı getirmesini beklerken bir kez daha sessizlik oldu.
Kazuo Ishiguro
Deniz, belli belirsiz çalkantılı, küçük dalgalar kumlu kıyıyı dövüyorlar. Bay Palomar, kıyıda ayakta duruyor ve bir dalgaya bakıyor. Kendini dalgaları hayranlıkla seyretmeye kaptırmış değil. Kaptırmış değil, çünkü ne yaptığını çok iyi biliyor: Bir dalgaya bakmak istiyor ve bakıyor. Hayranlıkla seyretmiyor, çünkü hayranlıkla seyretmek için, elverişli bir yapı, elverişli bir ruhsal durum ve elverişli dış koşulların bir araya gelmesi gerekli: Ve Bay Palomar, ilke olarak hayranlıkla seyretmeye karşı olmasa da, bu üç koşuldan hiçbiri yok kendisinde. Kısacası, bakmayı amaçladığı “dalgalar” değil, tek bir dalga, hepsi bu: Belirsiz duyumlardan kaçınmak istediğinden, her eylemi için sınırlı ve kesin bir amaç belirliyor. Bay Palomar, uzakta bir dalganın yükseldiğini, büyüdüğünü, yaklaştığını, biçim ve renk değiştirdiğini, kendi üzerine dolandığını, kırıldığını, yok olduğunu, geriye döndüğünü görüyor. Bu noktada, tasarladığı çalışmayı sonuçlandırdığı kanısına vararak, oradan ayrılıp gidebilirdi. Ama, bir dalgayı, kendisinin hemen peşinden gelen ve onu itiyormuş gibi görünen ve kimi kez de yetişerek onu alıp götüren dalgadan ayırmak öyle zor ki: Tıpkı, kendisinden önce gelen ve onu peşinden kıyıya sürüklüyormuş gibi görünen, kimi kez de sanki önünü kesmek için ona doğru dönen dalgadan ayırmanın zor olması gibi. Üstelik, her dalga hareketi, gelişme yönünde, kıyıya koşut olarak ele alınınca, ilerleyen cephenin nereye dek kesintisiz uzandığını, nerede ayrılıp hızları, biçimleri, güçleri, yönleri ayrı, bağımsız dalgalara bölündüğünü belirlemek zorlaşıyor. Sonuç olarak, kendisini biçemlendirmeye katkıda bulunan karmaşık öğelerle, kendisinin yol açtığı bir o kadar karmaşık öğe dikkate alınmaksızın, bir dalga gözlemlenemiyor. Bu öğeler sürekli değişiyorlar, bu nedenle bir dalga, hep, bir başka dalgadan değişik; ama her dalganın, hemen yanıbaşındakine ya da ardındakine olmasa bile, bir başka dalgaya benzer olduğu da doğru; kısacası, uzamda ve zamanda düzensiz bir biçimde dağılmış olsalar da, yinelenen biçimler ve bölümler var. Bay Palomar’ın şu sırada yapmayı düşündüğü, yalnızca bir dalgayı görmek, yani hiçbirini gözardı etmeksizin bütün bileşenlerini derlemek olduğu için, daha önce derleyememiş olduğu öğeleri belirleyinceye dek, kıyıya vuran dalgaların devinimi üzerinde olacak bakışı; görüntülerin yinelendiklerini fark eder etmez, görmek istediği her şeyi gördüğünü anlayacak ve duracak. Çılgın ve boğucu bir dünyada yaşayan sinirli bir insan olan Bay Palomar, dış dünya ile ilişkilerini azaltma eğiliminde ve kendini genel sinir zayıflığından korumak için, duyumlarını elinden geldiğince denetim altında tutmaya çalışıyor. Öne doğru gelen dalganın kamburu bir noktada, başka yerlerden daha fazla yükseliyor ve buradan sonra beyazlaşmaya başlıyor. Eğer bu, kıyıdan belirli bir uzaklıkta gerçekleşecek olursa, köpük, kendi üzerine dolanıp sanki yutulmuş gibi, yeniden yok olacak zamanı buluyor ve aynı anda, ama bu kez alttan çıkarak, gelen dalgayı karşılamak için, kıyıya serilen beyaz bir halı gibi her yeri kaplamaya başlıyor. Fakat dalganın, halının üstünde yuvarlanması beklendiğinde, artık dalganın değil yalnızca halının var olduğu, bunun da hızla yok olduğu, kıvrımlı sınırını genişleten kuru ve donuk kumun yayılması kendisini itiyormuş gibi, ıslak bir kum pırıltısına dönüştüğü görülüyor. Aynı zamanda, cephenin girintilerini de dikkate almak gerekiyor; burada dalga, biri kıyıya sağdan sola doğru, öbürü soldan sağa doğru yönelen iki kanada ayrılıyor; bunların ayrılmalarının ya da birleşmelerinin başlangıç ya da bitiş noktası, düğümü kopartarak çözen daha güçlü bir dalga tarafından yakalanıncaya dek hep arkada tutulan ve kanatların üst üste binmelerine bağımlı, eksi tepecik. Dalgaların çizimini örnek alarak biçimlenen kumsal, her deniz kabarmasında akıntıların yapıp bozdukları kum yığınlarını andırarak uzanan, belli belirsiz tepecikler yerleştiriyor suyun içine. Bay Palomar, gözlem noktası olarak, bu alçak kum dillerinden birini seçiyor, çünkü dalgalar buraya, her iki taraftan da yanlamasına vuruyor ve yarı batık yüzeyin üzerinden aşarak, öbür taraftan gelenlerle karşılaşıyorlar. Demek ki, bir dalganın yapısını anlamak için, bir anlamda birbirlerini dengeleyen ve bir ölçüde birbirlerine eklenen ve köpüğün olağan taşmasında, bütün itmelerin ve karşı itmelerin genel kırılımına yol açan, karşıt yönlerdeki itmeleri de dikkate almak gerekiyor. Bay Palomar şimdi gözlem alanını sınırlamaya çalışıyor; on metresi kıyı, on metresi deniz olan bir dörtgeni ele alacak olursa, belirli bir zaman diliminde değişik aralarla yinelenen bütün dalga devinimlerinin dökümünü yapabilecek. Zorluk, bu dörtgenin sınırlarını belirlemede: Çünkü, sözgelimi uzak kenar olarak, ilerleyen bir dalganın üst çizgisini alacak olsa, bu çizgi kendisine yaklaştıkça ve yükseldikçe, gerisindeki her şeyi gözlerinden gizleyecek; böylece, incelenecek uzam ters dönecek ve aynı zamanda ezilecek. Yine de Bay Palomar umutsuzluğa düşmüyor ve her an, gözlem noktasından görebileceğinin tümünü görmeyi başardığını sanıyor, ama sonra hep, hesaba katmadığı bir şey ortaya çıkıyor. Görsel işlemini eksiksiz ve kesin bir sonuca ulaştırma sabırsızlığı olmasa, dalgalara bakmak çok dinlendirici bir çalışma olacak ve kendisini sinir zayıflığından, enfarktüsten ve mide ülserinden kurtarabilecek. Ve belki de, en yalın biçimine indirgeyerek, dünyanın karmaşıklığına egemen olmanın anahtarı olabilecek. Ama, bu modeli her tanımlama girişimi, kesintisiz ve yüzeyi ancak yalayan tepesini sürüyerek, kör kayalara dikey yönde ve kıyıya koşut olarak çıkagelen bir dalgayı da hesaba katmak zorunda. Kıyıya doğru düzensizleşen dalgaların sıçramaları, dalgaları dik açı yaparak kesen ve ne nereden geldiği, ne de nereye gittiği bilinen bu tıkız tepenin tekdüze hızını kesmiyor. Denizin yüzeyini, açıktaki su kütlelerinden gelen derin itmenin enlemesine devindiren, belki de bir doğu esintisi; ama havanın doğurduğu bu dalga, geçerken, suyun doğurduğu eğik itmeleri de topluyor ve saptırıyor ve birlikte götürüyor. Böylece, karşılaşacağı karşıt dalgalarca yavaş yavaş söndürülüp yok edilinceye ya da çok sayıdaki eğik dalga sürülerinden birine karışacak gibi bükülüp onlarla birlikte kıyıya vuruncaya dek büyümeyi ve güç kazanmayı sürdürüyor. Dikkati bir ayrıntıya yöneltmek, onun ön plana sıçrayıp çerçeveyi kaplamasına yol açıyor, tıpkı kimi resimlerde perspektifin değişmesi için, gözleri yumup tekrar açmanın yeterli olması gibi. Şimdi değişik yönelimlerdeki tepelerin bu kesişmesinde, toplu resim, aynı düzleme gelen ve yok olan dörtgenlere bölünmüş oluyor. Her dalganın çekilmesinin, sonraki dalgaları engelleyen bir güce sahip olduğunu da eklemek gerek. Ve eğer dikkat bu geriye itmeler üzerine yoğunlaştırılacak olursa, gerçek devinimin, kıyıdan kalkıp açığa doğru giden devinim olduğu sanılıyor. Bay Palomar’ın ulaşmak üzere olduğu sonuç, yoksa, dalgaları karşıt yönlerde koşturmak, zamanı tersyüz etmek, dünyanın gerçek tözünü duyumsal ve zihinsel alışkanlıkların ötesinde kavramak mı? Hayır, hafif bir başdönmesinden başka bir şey duyumsamayı başaramıyor. Dalgaları kıyıya iten diretme, davayı kazanıyor: gerçekten de bayağı irileşiyorlar. Rüzgâr değişiyor mu? Bay Palomar’ın titizlikle bir araya getirmeyi başardığı görüntü altüst olur ve parçalanır ve dağılırsa çok yazık olacak. Ancak bütün görünüşleri birlikte dikkate almayı başarırsa, çalışmasının ikinci evresine geçebilecek: bu bilgiyi evrenin tümüne yayacak. Sabrının tükenmemesi yeterli olacak, ama çok geçmeden tükeniyor. Bay Palomar, geldiğinde olduğu gibi sinirleri gergin ve her şeyden daha kuşkulu, kumsal boyunca uzaklaşıyor.
Italo Calvino
12 Eylül faşizminin katlettiği canların anısına saygıyla…
KAN AĞLAYAN İSTASYON
– Anaaam anaaam! Yeter artık!
– Konuş lan! Cephaneliği ne yaptınız?
– Ben yapmadım. Ne işim olur ki cephanelikle? Ben revirde çalışıyorum.
– Voltajı yükselt oğlum! Dünyanın kaç bucak olduğunu görsün şu deyyus!
– Ah anaaam! Canımı al da Allah’ım, kurtar beni şunların elinden.
– Allah da alamaz seni elimizden lan! Ya söküleceksin ya da elimizde bağıra
bağıra gebereceksin.
Karyoladan sessizce inip sürünerek pencerenin yanına geldi. Göğsü geriliyor, eli ayağı titriyordu. Usulca perdeyi araladı. İstasyonda bir projektör yanıyor, çevreye birçok kişinin gölgesi düşüyordu. Maskeli biri, elindeki dürbünle çevreyi izliyordu. Hemen perdeyi kapadı. Parmak uçlarına basarak ev arkadaşının yatağına yaklaştı. Yorganı kaldırdı. Derin derin nefes alan arkadaşını dürttü:
– Dünya yansa içinde bir merteğin yok be! Kalk artık kalk!
– N’oluyor Mustafa? Gece yarısı aklını mı yitirdin yahu! dedi yataktan fırlayan Barış. Neye uğradığını şaşırmış, gözlerini ovalayarak kendine gelmeye çalışıyordu. Ne olduğunu anlamak için etrafına bakındı ama alacakaranlıkta hiçbir şeyi net seçemedi.
– Sessiz ol! İstasyonda birine işkence ediyorlar. Uzun boylu biri de dürbünle etrafı izliyor.
– Mahallenin ortasında, üstelik istasyonda. Buna nasıl cesaret edebilirler?
– Gözü dönmüş bunların yahu! İnsanlıktan çıkmışlar. Her şey beklenir bunlardan. Onun için sessiz ol. Bizim farkında olduğumuzu anlarlarsa…
Korku dehşetiyle birbirlerine sarıldılar. Âdeta nefesleri kesildi. Yine de bu insanın yüreğini parçalayan işkenceye karşı bir şeyler yapabileceklerini düşündüler. Fısıltıyla paylaştılar akıllarından geçenleri, sonra pencereye doğru kımıl kımıl yanaştılar. Pencerenin istasyona hakim noktasında durdular. Barış, korku dolu bir tedirginlikle sol alt köşesinden perdeyi araladı. Projektörün ışığı gözünü aldı. Bastırarak yumup açtı gözünü. Tekrar baktığında copların bir yere inip inip kalktığını gördü ve çığlıkların yükseldiğini işitti.
– Siz de hiç mi vicdan yok! Bilmiyorum, ben revirde çalışıyorum. Tanımıyorum dediklerinizi. Günahıma giriyorsunuz! diyordu copların üzerine inip kalktığı insan.
Etrafındakilerden bazıları küfürler savurup işkencenin dozunu arttırırken, bazıları da çevreyi kolaçan ediyorlardı. Mahalle ölüm sessizliğine yatmıştı sanki. Köpekler bile sus pus olmuştu. Mahallelerinde köpeklerin, kedilerin bile ses çıkaramaz hale geldiği karanlık bir dönemden geçiyordu ülke. 12 Eylül darbesinin altıncı ayında Saimekadın İstasyonu, kan ağlıyordu.
– Ne yapalım Barış? dedi Mustafa, bu adamlara görünmeden Sıtkı ağabeylere gidemeyiz mi?
– Telefonumuz da yok, arayıp haber de veremeyiz.
– Dişimizi sıkmaktan başka çare görünmüyor. Kitaplarımızdan başka silahımız da yok ki…
– Her gün televizyonda görmüyor musun Mustafa, kitaplarla silahları yan yana koyup haber yapıyorlar. Şimdi buraya girseler, her şeyden önce kitaplarımız için bizi alıp götürür bu caniler.
İstasyondan hırıltılı sesler gelmeye başladı. Tekrar perdeyi araladıklarında projektörün kapandığını, ortalığın karanlığa gömüldüğünü anladılar. Şakırtılar, patırtılar arasında hırıltı sesi de kesildi. İstasyon, işkence sahnesi olmanın büyük utancıyla sessizliğe gömüldü âdeta. Bu sessizlik karşısında buz kesmiş gecekondularındaki elektriği açamamışlar, bir mum bile yakamamışlardı. Huzursuzluk içinde yataklarına çekildiler ama akılları istasyonda, işkenceden inleyen adamda kaldı.
Çakal uykusunda ne kadar kaldılar, bilemediler. Masa saatinin çalmasıyla yataklarından fırladılar. Pencereden içeriye sabah ışığı vuruyordu. Ankara, karanlık ve kanlı bir sabahına daha uyanıyordu. Beşibiryerde denen generallerin, “Bugüne kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” diyen patronların isteklerini yerine getirmek için altı ay önce darbe yaptıklarında, Bayındır Sokak’taki uzun duvara “Paşalar kışlaya!”yı boşuna yazmamışlardı. Ne var ki, Amerikan ajanının söylediği üzere ülkeyi karanlığa götüren işi “bizim çocuklar başardı.” Ülkenin sadece gecelerinde değil, gündüzlerinde de insanlar avlanıyor, işkencehaneler ve cezaevleri büyük acılara boğuluyordu.
Onlar, kentteş ve evdeş olmanın ötesinde can yoldaşıydılar. Mustafa işe, Barış da fakültedeki dersine gidecekti. Banliyö trenine yetişemezlerse, perişan olurlardı. O saatten sonra dolmuş ve otobüslerde yer bulmak olanaksızdı. Ekmek arasına peynir ve yumurta koyup ivedilikle yediler. Çantalarını kaptıkları gibi gecekondunun taşak anahtarlı kapısını kilitleyerek istasyonda soluğu aldılar.
Heyhat! Bu saatte istasyonda ayak basacak yer kalmazdı. İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık olan istasyon tenhaydı. “Acaba banliyöyü kaçırdık mı?” diye içlerinden geçirirken Mustafa:
– Şuraya bak, bu denizci askerlerin ne işi var burada? dedi.
Merak ve korku heyulası içinde ürkek ürkek oraya doğru baktılar. Askerlerin arka tarafında askeri bir cenaze aracı da bulunuyordu. Kafalarında yıldırımlar şakıdı, gökler gürledi. Demek, gece hırıltıları kesilen adam ölmüştü. Gece boyu haykırta haykırta öldürmüşlerdi onu. Şimdi bir ölünün sesi, mahallenin korkak yüreklerine gömülmüş, taşına toprağına sinmişti ha!
İstasyonun Saimekadın Meydanı’na çıkan sokak tarafındaydı askerler. Tren seferlerini durduran işaretler koymuşlardı. Banliyönün niçin gelmediğini, istasyonun niye tenha olduğunu o an anladılar. İçleri kan ağladı, mideleri bulandı, benizleri sarardı.
Mustafa, Barış’ın koluna girerek meydana çıkan sokağa doğru yürüdüler. Yerde üzerine gazete kağıdı örtülmüş bir ceset gördüler.
– Burada beklemek yasak! Derhal uzaklaşın! dedi çavuş olduğu anlaşılan ızbandut gibi bir asker.
– Bir kadının adını taşıyan istasyonu da kirlettiler, dedi fısıldar gibi Barış.
– Başımıza iş mi açacaksın? Yürü yürü, diyerek koluna girdiği can yoldaşını sokağa doğru çekti Mustafa.
Sokak meydana açılıyordu.
Meydanların yeniden şenleneceği günlerin özlemiyle yol aldılar sokakta.
Müslüm Kabadayı
Çıkmaz
Saşkın gözlü, sağlam beyaz dişli, siyah gür saçları basık alnını kapayan Şerif, ömrünün yirmi iki yılını seyahatlerde geçirmiş, daha şaşkın gözlerle, takma dişlerle, dazlak başına yamanmış gibi duran uzun kırış kırış bir alınla, eskisinden kötü bir vaziyette doğduğu şehre dönmüştü. Zabıt kâtipliği, defterdarlık, muhasebe yardımcılığı gibi aşamaları geride bıraktıktan sonra kırk üç yaşında Abâde* maliye reisliğine seçilmişti. Dünyaya geldiği ve çocukluk yıllarını geçirdiği şehirdi burası. Şerif on iki yaşına basınca babası öğrenim için Tahran’a göndermişti onu. Bir süre sonra maliyeye girmiş o zamandan beri o şehir senin bu şehir benim kerbeder bir hayat sürmüştü. Şimdi tesadüfen ya da kendi isteği ile Abâde’ye dönmüştü. Babasından miras kalan evde ve çalıştığı dairede hiçbir şeyden zevk almaksızın vakit öldürüp duruyordu.
Sabahları çok geç kalkıyordu. Tembellik ve rahat düşkünlüğünden değil, sadece vakit geçirmek düşüncesinden kaynaklanıyordu geç kalkışı. Kafasına esti mi, işe uğramadığı da oluyordu. Her şeye karşı kayıtsız, umursamaz biri olmuştu. Zaten bu yüzden yüzsüz, kurnaz ve hırsız meslektaşlarından geride kalmıştı. Yaşamında onun geri kalmasına yol açan şey içki ve esrar değil, belki de yufka yürekliliği ve geçimli biri oluşuydu. Şerif’in geçinmek için devlet babanın parasına ihtiyacı yoktu. Ölmeyecek kadar da olsa, ömrünün sonuna kadar yetecek gelir bırakmıştı babası ona. Çok fazla açılmayıp da heveslerine uymasa, bu para yeter de artardı bile. Kendisine bir eğlence bulamaması bir yana, dairede masa başında oturmak onun için ikinci bir alışkanlık ve bir tür kuruntu haline geldiğinden masasını yitirmek istemiyordu.
Döndükten sonra her şey dar, sınırlı, yüzeysel ve küçük geliyordu Şerif’e. Herkes aşınmış, köhneleşmişti adeta, havasını, rengini yitirmişti. Ama yaşamın karnına pençelerini geçirmişler, korkulan, kuruntuları, batıl inançları, bencillikleri artmış da artmıştı. Kimileri sınırlı arzularına az çok ulaşmıştı. Karınları sarkmış, şehvetleri belden aşağıdan çenelerine vurmuştu. Yaşam kavgası içinde bütün duyguları üçkâğıtçılığa, alttakileri dolandırrnaya, pamuk, haşhaş ve buğday mahsulüne ya da çocuk kundağına ve eski nikris hastalığına yönelmişti. Kendisi yaşlanıp eski gücünü kuvvetini kaybetmemiş miydi? Esrar içme takımı ve votka şişesi yanında istirahat umuduyla dönmemiş miydi doğduğu şehre? Son görüşmesinde körpecik bıraktığı kız kardeşi kaç doğum yapmış, buruş kırış içinde kalmıştı. Göz kenarlarındaki şahrem şahrem çizgiler Şerif’in yaşlandığını gösteren en belirgin işaretlerdi. Hakaret edilirrnişçesine Abâde denilen kızıl topraklı bu harabe şehir onun için tehditkâr bir yerdi.
Belki dünya değişmemişti de yaşlılık ve umutsuzluk dolayısıyla her şey gençlik günlerindeki büyüleyici cazibesini ve güler yüzünü yitirmişti ona göre. Bir o elleri bomboş kalmış ve farkına bile varmadan her yıl gücünün kuvvetinin bir kısmı gözle görünmeyen bir menfezden çıkıp gitmişti. Birkaç mutsuz hatıra, bir iki rezillik ve boşuna çırpınmadan başka bir şey kalmamıştı geride. Sadece kendi leşini o delikten bu deliğe sürüklemişti ve şimdi daha güzel günler beklentisinde değildi.
Şerif dairedeki tüm vaktini maliye binasının asma katındaki odada rengi atmış kahverengi masa başında geçiriyordu. Esniyor, Larousse’u karıştırıyor, resimlerine bakıyor ve sigara içiyor ya da resmi evrakla üstünkörü ilgileniyor ve isminin altına özenmeden koskoca imzalar atıyordu. Daireden çıktıktan sonra akşamları bir araya gelip kumara oturan devlet dairesi müdürlerinin aksine meslektaşlarıyla ve müdürlerle kaynaşmıyordu. Bir köşeye çekilmeyi tercih etmişti. Evde vaktini bahçeyle ilgilenerek geçiriyordu. Esrar düzeneğini hazırlamak zamanı çoğunu alıyordu zaten. Golâmrıza, pirinç mangalı yakıp havuz başındaki söğüt ağacının altında deri sofranın üstüne koyduktan sonra Şerif, içinde esrar içme takımının bulunduğu kutuyu dikkatle açıyor, küçük içki şişesini ve esrar içme aletlerini çevresine düzen ve ustalıkla yerleştiriyordu. Kimi zaman Golârnrıza bir dini ayin icra ediyormuş gibi itaatkâr, sessiz ve başı yerde gelerek esrar veriyordu ona.
İyice çökmüş bir ihtiyar olan Golârnrıza evin demirbaşlarından biri sayılıyordu. Adeta bir köpek gibi sahibine vefalı kalmıştı. Sahibinin uğruna hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen, güler yüzlü, karınca incitmeyen eski adamlardandı. Şerif’in kuruntularını bilen ve ona istediği gibi davranabilen tek kişiydi. Şerif hastalık derecesinde temizlik hastası olduğundan ikide bir elini yüzünü yıkar, her şeyde bir kusur bulurdu. Golâmrıza, efendisinin istediği gibi davranmak için su bardağını, havluyu, çarşafı yıkarken ve odaları süpürürken apayrı bir özen gösterirdi.
Şerif, esrar merasiminden sonra esrar çubuğunu, çini hokkayı, hatta her defasında yerli yersiz çıkardığı seyahat tavlasını dikkatle temizler, kendine özgü bir zevk anlayışı içinde seyahat kutusunun ilgili bölmelerine yerleştirirdi. Sonra mukaddes bir şeymiş gibi gördüğü ipek ciltli fotoğraf albümünü özenle çıkarır ve sayfalarını çevifirdi. Albüme bakmak esrarın verdiği neşeyi tamamlayan bir şeydi sanki. Bu albüm onun yaşam sineması, tüm geçmişiydi. Seyahatlerinde tanıştığı herkesin ve tüm arkadaşlarının resmi vardı albümde. Resimler eskilerde kalmış hüzün verici anılarını canlandırıyordu tekrar.
Şerif’in beyin eğlencesi orta halli insanların bilgi sınırları sayılan Hâfız* Divan’ı ile Sadî’nin** Külliyat’ıydı. Yaşamın kazandırdığı acı tecrübeler insanlara karşı bir tür nefret ve bezginlik duygusu yaratmıştı onda. İnsanlarla işi varken takındığı soğukkanlı tavır savunma aracıydı. Bir de, ayağına çan bağladığı eğitimli bir kekliği vardı. Kekliğe göz kulak olsun diye bir cılız köpek edinmişti. Boş zamanlarında can yoldaşı olmuşlardı ona. İnsanların hile hurda dolu dünyasından hayvanların içten, kayıtsız ve çocukça dünyalarına sığınmıştı adeta. Hayatı boyunca mahrum kaldığı şefkati, sade duyguları onların ilgisinde, ülfetinde arıyordu.
Bir gün ikindi üzeri Şerif dairedeki masanın başında kalınca bir dosya ile meşgulken kapı açıldı ve bir genç girdi içeri. Abâde’nin maliye memuru olarak Tahran’dan gelmişti. Elindeki tayin yazısını Şerif’e verdi. Şerif başını dosyadan kaldırıp da onu görünce irkildi. Öylesine allak bullak oldu ki kendisindeki bu ani değişimi frenlemekte bayağı bayağı zorlandı. Kalbine bağlanmış, görülmez bir zincir gerilmiş çekilmişti sanki. İyileşmesi yıllar süren yara yine açıldı. Dünya gözünde karardı, durgun bir ses perdesi çekildi önüne ve bu perdede silik, elem verici bir manzara oluştu. Böyle bir şey mümkün müydü? Şerif bu genci derin bir uykuda, gençlik döneminin düşünde görmüş, yaşamının en iyi dönemini onunla geçirmişti. Bu olay yirmi bir yıl önce gerçekleşmiş ve sonra o, bu dünyaya ait zarif, kırılgan bir şey gibi gözlerinin önünden kaybolmuştu.
İnanası gelmiyordu. Oysa kendisi yaşlanmış, çökmüş, ölümü beklemeye koyulmuştu. Nasıl olmuştu da bu genç, gittiği o meçhul dünyadan daha genç ve neşeli dönüp, karşısında bitivermişti? Arkadaşının acı dolu anılarıyla ilgili belli belirsiz bir his yüreğini sıkıştırdı. Zorla yutkundu, dışarı fırlamış ümüğü bir aşağı bir yukarı hareket etti.
Şerif iyi tanıyordu bu genci. Karşısındaki genç, eski okul arkadaşının o zamanki yaşındaydı. Sınıf arkadaşı ve dostu Muhsin ile arasında dış görünüşteki benzerliğin yanı sıra gayri ihtiyari hareketleri, bıkkın bakışları, boğazını temizlemesi de tıpatıp mutsuz arkadaşına benziyordu. Ne var ki geçirdiği sarsıntı ve kaygının izleri de vardı üstünde. Görünüşe bakılırsa ruhu sıradan insanların yaşam kurallarına bağlanmaktan kurtulmuştu. Bu yüzden çocuksu bir hali vardı.
Şerif yazıyı gözüne yaklaştırdıysa da okuyamadı. Yazılar dans ediyordu gözünde. Sadece Mecid adını okuyabildi. “Bir tesadüf olsa gerek!” diye mırıldandı. Şerif’in işlerinde hep bir sorun çıkardı çünkü. Sanki uğursuz bir güç sürekli peşindeydi onun. Şaşkınlığı sürerken bu zoraki cümleyi tekrarlayıp duruyordu kendi kendine.
Tekdüze hayatında ve klişe gibi önceden hazırlanmış, saat akrebinin düzeni içinde gelip geçen günlerinde cereyan eden bu olay çok garipti doğrusu. Sonunda, bir süre tereddüt geçirdikten sonra, ıstırabından titrerken yumuşak bir ifadeyle Mecid’e babasının adını sordu. Mecid’in Muhsin’in oğlu olduğundan şüphesi kalmayınca, babasıyla kardeşten daha samimi olduğunu, aynı okulda okuduklarını ve aynı dairede çalıştıklarını söyledi ona. “Rahmetli babanızın bende kardeşlik hakkı var. Siz oğlum sayılırsınız. Sizi evime davet etmek vazifemdir” diye sürdürdü sözlerini.
Çalışma saati bittikten sonra Mecid’i evine götürmeye karar verdi. Odacı, Mecid’in eşyalarını aldı ve birlikte eve gitmek üzere yola çıktılar. Kızıl kerpiç duvarların ve çevresine çit çekilmiş birkaç yıkıntının arasından geçtiler. Yol boyunca Şerif Mecid’in babasıyla olan dostluğundan, gönül birliğinden bahsetti. Nihayet içinden su arkı geçen, ağaçlı ve yeşillikli, biçimsiz büyükçe bir havuzun mekânı doldurduğu bahçeli ve gösterişli bir eve girdiler. Bu bahçe, şehrin kuru ve ruhsuz manzarası karşısında çöl ortasındaki vaha gibi görünüyordu.
Şerif, daha bir emin adımlarla ve her zamankinden daha neşeli yürüyordu. Çünkü bu beklenmedik yol göstericilik yalnız ölen dostuna karşı yerine getirilecek bir görev değildi, belki biraz da zevk alı^rordu bu durumdan. Ölümünden yıllar sonra tekdüze hayatında bir bakıma tatlı bir değişiklik meydana getirdiği için dostuna karşı teşekkür ve değerbilirlik borcu hissetmişti kendinde. İlk kez yazgısından hoşnuttu.
İçeri girince Şerif, misafir odasında Mecid’in yatağını hazırlamasını söyledi Golâmrıza’ya. Salonu halılarla tefriş edilmiş hayli büyük bir odaydı. Salonun bir tarafında boylu boyunca beş girinti, bunların tam karşısında da eyvana açılan beş kapı vardı. Odanın ortasına halı ile kaplanmış büyükçe bir masa konulmuştu. Masanın üstünde yöre işi altı kenarlı bir kutu ve masanın çevresinde birkaç sandalye duruyordu.
Şerif her zamanki gibi üstünü çıkardı. Don gömlek kendi odasına geçti. Esrar teşkilatının başına oturmadan önce aynanın karşısına geçti. Her gün bu aynanın karşısında durup seyrek saçlarını tarar ve kendine şöyle bir bakardı. Ama bu kez her zamankinden çok baktı kendine. Umutsuzca süzdü altın dişlerini kırış kırış olmuş göz kenarlarını, yanık cildini, çökmüş omuzlarını. Soluk alamıyordu; iğrenç olduğunu düşünüyordu hep. Dünyanın ve tüm insanların zulmüne, adaletsizliğine karşı dile getirilemeyen bir kin, bir nefret duydu kendinde. Onu bu halde, bu kılıkta dünyaya getirdikleri için belli belirsiz bir kin duydu annesine, babasına karşı. Hiç dünyaya gelmemiş olsaydı, böyle şeylerle karşılaşmayacaktı. Başkaları gibi yüzsüz, hafifmeşrep, dillere düşen, arsız, hayasız biri olsaydı, eski günleri yâd edecek güzel anıları olacaktı. Yutkundu. Ümük kemigi yine bir yukarı bir aşağı hareket etti. Bu sırada Mecid de geldi ve birlikte esrar tezgâhının başına geçtiler. Şerif esrar çekmeye başladı ve sohbet sırasında Mecid’in gelişini merkeze bildireceğini ve bir iki ay sonra da maaşının artmasını talep edeceğini vaat etti.
Akşam yemeğini erkenden yediler. Mecid gitmeden önce Şerif onun alnını öptü. Mecid bu hareketi şaşırmadan, iğrenmeden çok doğal karşıladı. Şerif kendi kendine tekrarladı: “Ne garip! Bir tesadüf olsa gerek!..” Görünüşündeki kesin değişikliklerin yegâne göstergesi sayılan fotoğraf albümünü aldı. Mendiliyle yüzünü silerken lambanın önünde albümün sayfalarını çeviriyordu. Kız kardeşinin yanında ayakta dururken çektirdiği, üstünde kirli bir giysinin bulunduğu çocukluk resminde şaşkın bir bakışı vardı ve zoraki gülümsediği belliydi. Okuldaki çocuklarla çektirdiği resimde de aynı şaşkın bakışlar vardı. Ama buna, gizlemeye çalıştığı heyecan da eklenmeliydi. Mecid’in babası Muhsin’le garden partide çektirdiği acele resimde de yine o şaşkın gözler görülüyordu. Fakat bu şaşkınlık daha bir derinleşmişti; kendi içine dalıp gitmişti sanki. Fotoğrafın rengi solmuştu. Bakışlarını uzak ve umutsuz buldu. Elini Muhsin’in omzuna atmıştı. O zamanlar on dört-on beş yaşlarında var yoktu. Çok silik göründü gözüne Muhsin’in kılığı kıyafeti; yok olmaya mahkûm geçici bir şeymiş gibi. Bu resmi beğenirdi. Çünkü saçları düzgün, diğer fotoğraflara göre üstü başı daha iyiceydi. Dikkatle çıkardı bu resmi albümden. Son resmi Muhsin’le Mâzenderan’da* çektirmişti. Muhsin tıpatıp Mecid’e benziyordu. Ama birkaç gündür tıraş olmayan ve adeta insan neslinin yok olmasını bekleyen şaşkın bakışlarıyla hiç de beğenmediği katı ve canlı bir haldeydi. Sonra dairedeki arkadaşlarıyla muhtelif illerde ve başkalarıyla çektirdiği resimlere dikkatle baktı. Bu insanlar geçmişte kalıp giden anılara uygun olarak gözünde canlanmakla kalmıyordu; hepsini tek tek görüyor, seslerini işitiyor, geçmişin bu bölümünü zihninden çıkarıp atamıyordu. Çünkü bu anılar onun yaşantısının bir kısmı olmuştu.
Bu resimlere bakmak onda tuhaf bir etki bıraktı. Acı verici ve haşin bir duyguydu bu. Soluğu kesilecek gibi oluyordu. Bir dizi başarısızlık, boşu boşuna koşuşturmalar, mutsuz aşkları gözünde canlanıyordu. Dudakları titriyor, gözleri dalıyordu. Yatağına girip de gözlerini kapayınca, arkadaşları karşısında sıraya giriyor ve sonunda siliniveriyorlardı. Bütün bu yüzler bir bulut ve dumanın arkasında dalgalanıyor, dumanın içinde kayıyor ve sihirli bir yaşarn kılığına bürünüyorlardı. Bu yüzler arasında en canlı ve belirgin olanı okul arkadaşı Muhsin’inkiydi. Sadece o Şerif’te unutulmaz bir etki bırakmış, Mecid’in ani gelişi ve babasına ilginç benzerliği bu etkiyi iyice arttırmıştı. Gözlerinin önünden gitmeyen Muhsin’in âni ölümü ona hayatı zehir etmemiş miydi? Daha sonra hangi mecliste bulunsa, meclis bittikten sonra içindp bir burukluk, yorgunluk ve bezginlik hisseder olmuştu.
Hayatında Şerif’in korku duymasına neden olan şey çirkin görünümüydü. Bu yüzden belli belirsiz bir aşağılık duygusu çekiyor, birine karşı ilgi göstermekten ve alaya alınmaktan korkuyordu. Görünüşe bakılırsa ona karşı içten davranıp dostluk gösteren tek kişi Muhsin’di. Görünüşündeki çirkinliği fark etmiyordu, belki de belli etmiyordu. Onun iyi ahlakına ve ruh güzelliğine vurulmuş gibiydi. Bir tür kardeşçe sevgi ve hoşgörü gösteriyordu. Bazen başkalarına karşı da bu içten davranışı sergilediğinde Şerif’in kıskançlık damarları kabarıyordu. Muhsin’in varlığı onda bir nevi güzelliğe tapma duygusu uyandırmıştı. Yüzü, bakışları, teklifsizce hareketleri, hatta her zamanki âdeti gibi sabit kalemi diline sürünce dudak kenarının boyanması, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler yüzünden birbirlerine küsmeleri, bunların tümü onun için güzellik ve şairane cazibe doluydu. O zamanlar ikisi de on altı yaşındaydı. Hatırına geldi: Yıl sonu sınavları vardı. Bir gün ikindi vakti ders çalıştıktan sonra dolaşmak için Behcetâbâd’a gittiler. Hava sıcaktı. Yüzmeyi çok seven Muhsin suya girmek için Behcetâbâd havuzunun kenarında soyundu. Havuzun suyu soğuktu. Daha sonra birkaç yaya gelince Muhsin yüzmekten vazgeçti. Geri döndü, güldü ve utangaç utangaç Şerif’e baktı. Ve telaşla giyinip geldi; su kenarında Şerif’in yanına oturdu, elini omzuna attı. Bu samimi davranış Şerif için derinden derine haz verici bir şeydi. Aralarında bir elektrik akışını, hafif bir sıcaklık akışını hissetti”. Şerif uzun bir süre bu halde kalmak istiyordu. Ama Muhsin, nefesini Şerif’in yüzünde hissedeceği kadar yaklaşarak “Benim işim var; hemen dönelim” dedi.
Şerif doğal davranmaya çalıştı ama korku ve heyecanla Muhsin’i alnından öptü. Tıpkı çocukluk yıllarında, nevruz bayramında dedesinin onu öpmesi gibi. Yani dudaklarını onun alnına sürüp çekiyordu. Muhsin’in alnı soğuktu. Kalktılar sonra. Muhsin, onun ilgisini gösteren ve gereksiz hareketini sanki böyle olması gerekiyormuş gibi şaşırmadan karşıladı.
Dönüşte Şerif, Muhsin’in gönlünü kazanmış olmak için babasının verdiği ve Muhsin’in birkaç defa çocukça merak ve arzu ile incelediği Makab marka altın saati ona hediye etti. Muhsin açıklama istemeden ya da teşekkür etmeden saati aldı ve şaşkın şaşkın ona baktı. Gözlerinde çocuksu ve sade bir sevinç ışığı parladı ve saati cebine koydu. O gün yolda giderken Muhsin babasının onu evlendireceğinden söz etti Şerif’e isteksiz isteksiz. Bu haber Şerif’i çok sarstı. Çünkü birbirlerinden ayrılacaklarına tanıklık ediyordu yüreği. Muhsin’in o zamana kadar görmediği ve tanımadığı karısına karşı şiddetli bir kin ve kıskançlık hissetti. Birlikte birkaç kez daha Behcetâbâd havuzuna gitseler de dostluklarının arasında bir engel belirmiş, aralarına mesafe girmişti.
Sınavlardan sonra Muhsin evlendi. Ondan sonra iki arkadaşın arasına ayrılık girdi ve birbirlerini nadiren görür oldular… Şerif önce Muhsin’den nefret etti. Ama arkadaşına kızdığı şey kendi başına da geldi. Çünkü bu sıralarda yakınlarını ziyaret için Abâde’ye gitti. Akrabaları orada başına üşüştü ve teyzesinin kızını almaya zorlandı. Yani Şerif’in Gonbed-i Behram yakınlarında Surrnek’teki babadan kalan emlaki, İffet’in babasından kalan emlake eklenecekti. Ama Şerif’in böyle hesaplara ve ekonomik kazançlara kafa yoracak hali yoktu. Her neyse, nikâh merasimi bir çırpıda yapıldı bitti. Şerif’i gelinle el ele tutuşturup odada yalnız bıraktıklarında İffet gülmeye başladı. Şerif’in sinirlerini hurdahaş eden alaycı ve yarım kalmış bir gülüştü bu. Şerif odanın bir kenarında oturmuş, karısının yüzündeki ayrıntıları kayınvalidesininkilerle kıyaslıyordu. Çünkü ana kız tıpatıp birbirine benziyordu. Karısı yaşlanmaya yüz tuttu mu hiçbir şey onun çirkinliğini engelleyemeyecek, annesinin bir kopyası olacaktı. Bunları hissetti. Daha sonra aile kavgaları, incir çekirdeğini doldurmayan bitmez tükenmez ağız dalaşları, hepsi gözünün önüne geldi. İffet’in gülüşü sinir etmişti onu. Bu kadın bir tür memeli garip bir yaratıktı ve onu avare etmek için yaratılmıştı sanki. Şerif, hastaymış gibi yaptı ve geceyi Aştiyan sabunu kokan şiltede yatarak geçirdi. Sabaha kadar kâbus gördü ve sabahleyin Allahaısmarladık bile demeden Tahran’a döndü. Daha sonra teyzesinin kızı iffetsizlik gösterdi ve babası bu iffetsizliğin cezasını çok pahalı ödedi.
Şerif yokken Muhsin tanıdıklardan birinin aracılığı ile ve nüfuzunu kullanarak maliye idaresine girmişti, bir an önce sosyal yaşama katılmak için. Muhsin’in ısrarı üzerine yakınları tarafından tanıştırılarak o da maliyeye girdi ve ikisi de Mâzenderan’a atandılar.
Mâzenderan’da aynı yerde ev tuttular. Tek eğlenceleri tavla oynamaktı. Tatil günleri de Şehsuvar’a gidiyorlardı. Yüzmeyi çok seven Muhsin deniz kıyısında tenha bir yer bulmuştu kendine. Şerif hâlâ iyi hatırlıyordu. Havanın sıkıcı, basık ve denizin çalkantılı olduğu bir gün Muhsin her zamanki gibi soyunup suya girdi. Deniz anormal derecede dalgalı olduğu için Şerif denize girmemesi için bayağı ısrar etmişti. Ama Muhsin sözlerine kulak asmadı. Çünkü kendisinden çok emindi. Korktuğu belli olmasına rağmen inat etti ve sudan korkuyor diye Şerif’le alay ettikten sonra tereddüt etmeden atladı suya. Damarları kabarmış cılız ve beyaz kollarıyla dalgaları yararak kıyıdan uzaklaşıyor, su da yavaş yavaş yükseliyordu. Şerif bu manzarayı seyrederken birden Muhsin’in elini ona doğru salladığını ve sanki rüyadaymış gibi belli belirsiz bir sesle “Gel” dediğini fark etti. Şerif bir şey yapamazdı, hiç yüzme bilmiyordu çünkü. Üstelik yakınlarda ona yardım edebilecek kimse de görünmüyordu. Önce şaka yapıyor sandı. Ağzı açık, ikircikli ikircikli baktı Muhsin’e. Muhsin ondan yardım istiyormuşçasına ikinci bir hareket daha yaptı umutsuzca. Olağanüstü bir çabayla elini kaldırdı ve çatallanmış bir sesle bağırdı: “Ge… el!” Ve boğuldu. Su onu döndürüp içine çekti. Dalgalar birbiri üstüne devriliyordu…
Şerif hayretten yerinde donakalmıştı. Tek gördüğü devrile devrile uzaklaşan yeşil dalgalardı. O kadar dehşete düşmüştü ki ne hareket edebiliyor, ne düşünebiliyordu. Gözleri denize çevrili kalmıştı. Dalgalar daha da azarken, su ayağının altındaki kumlara kadar yükselmişti. Başına beyaz köpükten taç giyen dalgalar, gelip ayaklarının altındaki kumlarda patlıyordu. İnceden bir yağmur başladı o sırada. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Şerif elinde olmadan geri döndü ve ağır adımlarla yağmurda ormana doğru yürümeye koyuldu. Dünyadan ve içindeki varlıklardan çok uzaklaştığını hissediyor, her şeyi durgun bir perdenin ardında görüyordu. Boğuk bir ses sürekli şu cümleyi tekrarlıyordu: “Sen alçaksın, sen insan katilisin!..”
Ölüm ona göre son derece kolay ve doğal geliyordu bu sırada. Yaşam denilen şey alaycı bir aldatmadan başka bir şey değildi. Dört beş saat önce çayırların üstünde Muhsin’le öğle yemeği yememiş miydi? O kadar neşeli, kıvrak ve sevimli olan Muhsin olanca iştahıyla tencere dibinde kalan yemeği yememiş miydi? Çimenlere uzandıktan sonra kırık dökük bilgiler vererek dertleşmişti. Karısı hamileydi. Bir süredir mektup alamamıştı ondan. Sıtmadan ve yol sarsıntısından korktuğu için Tahran’da bırakınıştı onu. Geleceğe dönük planlarından, eğlencelerinden bahsetmişti. İlk kez Şerif’le ciddi bir şey konuşmuştu. Şimdi üflenen bir mum gibi sönmüş ve ölmüştü. Bütün bunlar gerçek miydi? Düş görmemiş miydi? O ölmüştü! Ölmenin anlamı üzerinde hiç durmamıştı bu âna kadar. Savunmasız kalmış bedeni ölü midyeler ve başka ıvır zıvır şeyler gibi uğuldayan deniz dalgalarının altında dalgalara teslim olmuştu. Kayıyor, uzaklaştıkça uzaklaşıyordu. Sadece bir öbek karga deniz kenarında, yağmur altında sessiz sessiz bekçilik ediyorlardı! Şerif ilk kez mırıldandı kendi kendine: “Bu bir tesadüf olsa gerek!.. Ama neden… ama neden?..”
İki gün boyunca dünya tüm rengini yitirip silikleşti. Her şeyi bir sis perdesi ardında görüyordu sanki. Başı dönüyordu; iştahı yoktu ve hiçbir şeyle teselli bulamıyordu. Oysa ne kadar kolay ölünebiliyorrnuş! Ölmek istiyordu. İstiyordu ki birkaç saat sonra deniz suyu onun vücudunu işe yaramaz şeyler gibi kıyıya atsın ve tekrar büyüleyici ve gamlı uğultusuna başlasın. Gizemli bir kuvvet onu, tüm bedbahtlıkları yıkayan ve yaşamın mevhum arzularını yanında alıp götüren kendine çekiyordu. Dalgaların sesi kulağında uğulduyordu. “Gel… gel…” Denizin koyu renkli suyu kendine çağırıyordu onu. Ama başka bir ses “Sen alçaksın… Sen canisin. Neden dostunun kurtuluşu için bir şeyler yapmadın?” diyordu ona.
Bu olay Şerif’in belleğinde o kadar canlıydı ki yalnız bütün ayrıntılarını hatırlamakla kalmıyor, aynı zamanda her an yaşıyordu da. Muhsin’in Makab saatine baktıkça eski anıları film şeridi gibi geçiyordu gözünün önünden. Muhsin bu olaydan iki gün önce saat tamircisine götürmek üzere saati ona vermişti çünkü. Saat tesadüfen onun cebinde kalmıştı ve Şerif onu hâlâ kutsal bir gibi yanında taşıyordu.
Şerif nihayet görevinden istifa ederek Tahran’a döndü. Birkaç defa Muhsin’in karısını, çocuğunu aradıysa da izlerine rastlayamadı. Zamanla bu anıları unutınaya başlamıştı. Ama Mecid’in ani gelişi onda garip bir etki bıraktı; bu anılara daha güçlü ve acılı bir hayat verdi. Şimdi arkadaşının ete kemiğe bürünmüş benzeri karşısında duruyordu. Kim bilir, belki de ta kendisiydi! Çünkü Muhsin’in yaşlılığını görmemişti. Bu yaşta, bu boyda iken arkadaşı aniden kayboluverrnişti. Şerif, Muhsin’in ölmediğini, ruhunun bu genç bedene hulul ettiğini anladı. Belki de bu ölümsüz hayatın kanıtı, belgesiydi. Belki de ebedi yaşarn denilen şey bu doğumdan örnek almıştı. Dernek ki Muhsin ölrnernişti. Oysa o sonsuza kadar ölecekti; geriye bir çocuk bırakmamıştı çünkü. Aynı zamanda tümüyle yok olacağı için de derinden derine bir sevince kavuştu. Saatin yelkovanı onu yokluğa götürecek dakikaları sayıyordu.
Şerif yatağında bir o yana bir bu yana döndü, Muhsin’i düşünerek uyumaya çalıştı ve henüz hava alacakaranlık iken Mecid’i düşünerek uykudan sıçradı. Esnedi; yorgun ve her tarafının döküldüğünü hissetti. Ağzı zehir gibi acıydı. Kalkıp aynada yüzüne baktı. Gözlerinin altı şişmiş, yüzündeki kırışıklar daha bir derinleşmiş, saçları canlılığını yitirmişti. Bacağındaki bir sinir ta beline kadar çekiliyordu sanki. Yavaş yavaş gidip misafir odasının kapı aralığından Mecid’in yatağına baktı. Pencereden yüzüne bir parça ışık vurmuştu. Çocuksu bir yüzü vardı. Yanakları al al olmuş, alnında ter tanecikleri parlıyordu. Sıkılı yumruğunu şilteden çıkarmıştı. Mecid ruhani ve övülesi bir varlık gibi geldi ona.
Her günkü gibi Şerif havuz başındaki söğüdün altında kahvaltı sofrasına oturmuş, sigara içerken Mecid geldi, kahvaltıya oturdu. Selam sabahtan sonra Şerif konuşacak bir konu bulmak için ona saatinin olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap alınca vaktiyle babasına hediye ettiği saati çıkararak “Bu babanın bende kalan emaneti” dedi.
Mecid saati aldı, garip bir varlık görmüş gibi şöyle üstünkörü baktı. Gözlerinde çocuksu ama hoşgörülü bir sevinç ışığı parladı. Sonra teşekkür etmeden saati cebine koydu. Şerif göz ucuyla onu süzerken gençlik günlerinin anılarında yaşıyordu. Mecid’in babasıyla birlikte geçirdiği, bir düşe benzeyen, kaybolmuş bir dünyanın anıları tüm ayrıntısıyla gözünde canlanmıştı. Mecid’in tüm hareketlerinde hatta ekmek yiyiş tarzında bile babasının izini arıyordu. Babasının kopyası olan Mecid ise Şerif’in arzusunu eksiksiz yerine getirdi. Şerif daha sonra iç cebinden özenle bir resim çıkardı. “Bu resmi rahmetlibabanla birlikte garden partide çektirmiştik. O zamanlar saçlarımın dökülmesine sebep olacak tifoya yakalanrnarnıştım!”
Mecid isteksizce resme göz attı. Yabancı birinin resmini görmüş gibi yere bıraktı ve garipseyerek Şerif’in yüzüne baktı. O zamana kadar Şerif’in dazlaklığını fark etmemişti.
Şerif resmi aldı ve kalkıp birlikte daireye gittiler.
Şerif’in sihirli hayatı iki hafta sürdü ve yorulmak bilmeyen bir azimle dairedeki her işi ve muhasebenin sırlarını iğneden ipliğe kadar Mecid’e anlattı. Bu nedenle de Mecid diğer çalışanların ilgisini çekti. Şerif’in dairedeki ve evindeki yaşantısında da büyük değişimler olmuştu. Masasının başında işlerle daha çok ilgilenip özen gösteriyordu. Her hafta Abâde çevresindeki köyleri teftişe gittiğinde Mecid’i de özel sekreteri olarak alıyordu yanına. Evde Golâmrıza’ya kapris yapmıyordu. Aşırı temizlik kuruntularından kurtulmuştu ve hangi bardakta olursa olsun su içiyordu. Yaşamla yeniden barıştığını sanıyordu Şerif. Yemeğini iştahla yiyordu ve gözleri ışıl ışıldı. Kaybettiği hayatı yeniden bulmuştu çünkü; hem de hayatın onu mahkûm ettiği bir sırada!
Akşamları Mecid kayıtsızlıkla ve teklifsizce gelip esrar tezgâhının başına geçiyor, Şerif’le tavla oynuyor ya da şundan bundan söz ediyordu. Yatmaya gitmeden önce Şerif bir baba gibi mutlaka onu alnından öpüyordu. Şehvet âlemiyle hiçbir ilgisi olmayan, keyif verici, derin ve meçhul bir ‘ aşk uyanmıştı Şerif’in tekdüze, sessiz, yalnız ve soğuk yaşamında. Kendisinde bir tür güven, tarafsızlık, doyum hissediyordu. Öte yandan Mecid’e belli belirsiz ve özverili bir baba şefkati duyuyordu. Ona kol kanat germeyi, ahlakını ve davranışlarını gözlem altında tutmayı görev edinmişti kendisine. Mecid onun çocuğu yerinde değil miydi? Şerif’in kendi çocuğunu bu kadar sevmesi mümkün müydü?
Gökyüzününkoyu bulutlarla kaplandığı sıcak bir yaz günü maliyede olağanüstü bir şey oldu. Haşhaş tahdit müfettişi gelmişti merkezden ve komisyonlar Şerif’in öğleüstü eve gitmesine engel olmuştu. Şerif öğle yemeğini dairede yedi ve Golârnrıza kendine özgü el çabukluğu ile idarenin çayhanesinde esrar teşkilatını kurdu. Şerif hızla işleri çıkarmaya çalıştı ve bir iki kez Mecid’i çağırttı. Fakat Mecid daireye gelmemişti.
Hava alacakaranlık iken Golârnrıza korkuyla daireye geldi ve zorla komisyon odasına girdi. Canı o kadar sıkkındı ki Şerif onu görünce irkildi birden. Masadan kalkıp sordu:
— N’oldu?
— Beyefendi… Mecid Han Bey havuzda boğulmuş… Öğleyin eve döndüğümde, baktım kapıyı arkadan kilitlemiş… Birkaç saat bekledim; sonra komşunun evinden geçtim içeri. Mecid Han Bey’in cesedini gördüm suyun üstünde…
Şerif yutkundu ve ümük kemiği bir aşağı bir yukarı hareket etti. Boğuk bir sesle:
— Peki doktora… doktora haber vermedin mi?
— Beyefendi, iş işten geçmiş, bedeni soğumuştu. Su yüzüne çıkmıştı. Cesedini çıkarıp sundurmaya bıraktım.
Şerif’in ağzı acılaştı ve ağır adımlarla komisyon odasından çıktı. Hava boğucu ve karanlıktı ve çisil çisil yağmur yağıyordu. Bu yaz akşamında insanı sarhoş eden toprak ve yıkanmış yaprak kokusu vardı havada. Şerif birkaç sokağı geçti. Golârnrıza da gölge gibi peşinden geliyordu. Evinde kapı, pencere, her taraf açıktı. Sundurmada lüks lainbası yanıyordu. Mecid’in cesedi sundurmaya konulmuş ve üstü beyaz bir şilteyle örtülmüştü. Şiltenin altında ıslak saçları görülüyordu. Uzamıştı sanki.
Şerif sundurma kenarında yağmurun altında beklemeye başladı. Ansızın havuza ilişti gözü. Havuzun yüzü lambanın verdiği aydınlıkta göz kırpıyormuş gibi geldi. Dehşete düşmüş gözlerle boş boş bakıyordu. Ne huzurlu ve keyifli dakikalar geçirmişti bu havuz başında! Bu şehirdeki tüm hayatı, dairedeki çalışma masası, esrar takımı, söğüt ağacı, eğitilmiş keklik, eğlenceleri hepsi alçalmış ve komik bir hale bürünmüştü. Artık bu evde yaşamanın imkânsızlaştığını hissetti. Havuzun deniz gibi karanlık ve koyu renkli suyuna daldı gözleri. Kristal bir top gibi göründü havuz suyu. Ama bu kristal topta çırpınan insanın gövdesi kimindi? Mecid’i görüyordu bu topta. Damarları çıkmış ince, cılız kollarını sallayarak “Gel!.. Gel!..” diyordu ona. Şerif’in gözüne karanlık bir perde indi. Geldiği yoldan geniş ve umursamaz adımlarla geri döndü.
Ellerini arkadan kavuşturdu ve evden çıkıp yağmurun altında yürümeye başladı. Muhsin’in ölümünde hissettikleri yeniden depreşti. Kendi kendine tekrarlayıp duruyordu: “Bu bir tesadüf olsa gerek!” Gözleri kararıyordu. Yağmur gittikçe hızlanmış olsa da fark etmiyordu. Mâzenderan manzaraları silik bir şekilde gözünde canlanmıştı, tozlu bir şişenin ardından görünür gibi. Hep bir ses vardı kulağında: “Sen rezilsin!.. Sen canisin!..”
Bu cümleyi önceden derin bir uykuda işitmişti. Bir daha dönmemek üzere çıkmıştı evden. Mevhum bir dünyada yaşadığını, eski, yeni ne varsa hiçbir şeyle bağlantısının olmadığını hissediyordu. Tüm olup bitenlerden uzaktaydı! Yağmur ağ örmüştü çevresine adeta. Bu incecik ağ telleri arasında ıslanmıştı. Yağmur damlaları bu telleri tutup aşağı çeken inatçı yaratıklardı sanki.
Şerif serseri bir gölge gibi yağmur altında tenha ve ıslak sokaklardan geçip uzaklaşıyordu.
Sadık Hidayet
– Bir köy öğretmeninin notlarından –
İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak halim yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.
İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye çalışıyordum.
Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.
Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu. İlk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.
Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.
Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı.
Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki, uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.
Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.
Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum; kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:
“Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!” dedi.
* * *
Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikayetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki, bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!.. Herhalde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben, hem bizim köyden, hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun istidaları hükümet memurları pek okumazlar diye, her fikrimi ayrı bir istidaya yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm.
Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf arasında:
“Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?” dedi.
“Az değil ama, o da vazifem değil mi?” diye cevap verdim. Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu[1] okumuş, anlatmıştım. Kadastro’da işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: “Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!” diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.
Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkanı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor. Bunun istida veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki[2] memurlar benimle açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların halini görünce içim acıyor. Kendi kendime: “Başladığın işi yarıda bırakma iki gözüm, sana yakışmaz!” diyorum.
Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim istidaların girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.
* * *
Hala bir şey çıkmadı… Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar… Belki de pek akıllı mahluklar da, boşuna yere uğraşmak istemiyorlar. İçimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine neyse, fakat ne evet, ne hayır!.. Sanki bu istidaları ses vermez bir derin kuyuya atmışız…
Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazan tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak, ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar üzücü bir manzara ki, tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazan koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir “yol” haline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.
* * *
Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki, bir laf arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: “İlk düşündüğümüz şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyörüz… Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?” demiş. O büyük zat da:
“Gelirim tabii…” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor… Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.
Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri zaten barometre gibi.
Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da, paramız varsa isterse halı da döşetilsin…
Vali Ankara’ya gitmiş. Tetkikat yapan mühendisler yolun yarım milyona çıkacağını söylemişler, halbuki vilayet bütçesi 350 bin lira… Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekaleti’nin kefaleti olmadan para vermemişler, Maliye Vekaleti de Meclis’ten izin almadan kefil olamazmış, hulasa karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş… Adamcağız bu yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumi’den tahsisat almak için bir nutuk vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için. Her ne ise, bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana…
* * *
Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir…
Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar. Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar; ama pek bitkin bir halde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyormuş.
Bizim köylü önceleri pek lakayttı, fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki hendeğe çömelip sigaralarını tüttürerek silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.
* * *
Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu. Bütün Vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var… Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhalde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.
* * *
Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün memurlar resmi elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, “1.55” boyu ile ön tarafta yer almış. Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya… Bu yol bir parça benim eserim demektir… Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.
Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız kulağıma: “Cumhuriyet, bayındırlık… Rehberlerimiz… Her şey halk için…” sözleri geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kordele kesildi, önde valininki olmak üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.
Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.
* * *
Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının, hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç ağızlarına almamışlar, halbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.
Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski haline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan geçmelerini menetmeye karar vermişler.
Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi, fakat birkaç köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince, herkes işin ciddi olduğunu anladı.
Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir çare düşündüler, fakat ne jandarmalara karşı koymaya, ne de kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkan yoktu.
Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı…
Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:
“Oğlum,” dedi, “biz senden şikayetçi değildik ama, bu yol meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye, hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim… Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et!”
Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgar bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken, keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak, çıktım yürüdüm.
Sabahattin Ali
Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.
— Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp ovaladım.
— Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.
— Olurum bazı bazı böyle, dedi.
— Bir yere girelim, dedim.
— Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
— İçelim, dedim.
— Öleceksin be, dedi.
— Öleceğim, dedim.
Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.
— Senin suratın bitkin, dedi.
— Bitkin, dedim.
Fıstık yedi. Bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağımda bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.
— Çok ihtiyarladın sen, dedi.
— İhtiyarladım, dedim.
Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
— Boş ver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak, yakası kürklü pardösüsünü çıkardı.
Pardösüsünün yakası kürklü, pardösüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: “E ne olacak yani?” dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.
— Seni bir daha göremeyecek miyim? dedim.
Kızdı.
— O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: “O benim bileceğim şey” ne manaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mana veremedi.
Daha iki gün geçmemişti. Biz hâlâ birahanede idik.. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.
— Hadi kalk, gidelim, dedi.
— Nereye? dedim.
— Maça, dedi.
— Maça mı? dedim. Bu vakit maç olur mu?
— Avrupa’da gece maçları olur ya, dedi.
— Burda olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda bir merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.
Bir aralık yanıma geldi.
— Sen oynuyor musun? dedim.
— Kör müsün? dedi.
— E ben ne yapıyorum?
— Sen de oynuyorsun, dedi.
— Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum? Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
— Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
— Ha, sahi! dedim.
Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeye. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.
Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.
— Maç bitti, dedi.
— İyi ya, dedim. Kim kazandı?
— Ötekiler! dedi.
— İşte bu olmadı? dedim.
— Sen kim kazansın istiyorsun? dedi.
— Bizimkiler, dedim.
— Bizimkiler kim?
— Siz.
— Biz mi? dedi. Bizim kazanmamızı mı istiyordun?
— Öyle ya. tabii, dedim.
— Neden? dedi.
— Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
— Bizim tarafta var mıydı?
— Sen vardın ya; dedim.
— Budala dedi, ben de yoktum.
— Ben seni gördüm, dedim.
— Ne oynuyordum?
— Bek!
— Sahi görmüşsün, dedi.
— Birisi seni düşürdü, dedim.
— Düşürdü, dedi.
— Topallıyorsun, dedim.
— Topallıyorum, dedi, sana ne?
— Hiç, bana hiç, dedim.
İçim burkuldu.
Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:
— Panco, Panco!
Hiçbir cevap alamadım.
Birisi karanlıkta adımı çağırdı.
— İshak, İshak, dedi.
Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdan bir haber alırım diye:
— Ne var yahu? dedim.
— İshak, İshak, dedi yine ses.
— Ne var yahu, ne var? Burdayım!
— Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Manasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, manalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum.
Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.
— Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu ile balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi.
Kendimi göstermemeye çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum. Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeye. Kalabalığın içinde pardösülü, kırk yaşlarında bir adam:
— Yeme tırnağını, diye bağırdı.
Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.
Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardösüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.
— Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Hâlâ çocukluğumun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selam verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.
Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olurdu.
— Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. “Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin” derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.
— Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco’ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardösüsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.
Yakasından tutmak geçti aklımdan. Maça gidelim, diyecektim.
Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?
O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?
Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardösüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacık bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.
Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur. Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım.
Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.
Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! Sinemadaydık sahi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.
Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.
O kürklü pardösüsünü çıkarmamıştı. Kürk hâlâ serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinde kazanmıştım. Altına para kordum.
— Gemici paranı verdi mi?
— Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
— Gemiciye eyvallah!
Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.
Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birdenbire onun ayak sesleri. Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.
Çıkmalı. Buradan da çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamak. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.
— Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısını açıyorum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.
Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.
— Sus, sus, diyorum.
Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyor.
— Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.
Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâlâ uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardösü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok. Her yer kapanmış.
O hâlâ uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.
Sait Faik Abasıyanık
Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki… Şoförün biri:
— Atikali, Atikali! diye bağırdı.
Gider miyim Atikali’ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil, türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde Atikali’ye vardık.
Şişli’de Bomonti durağından yüz adım yürüsem evime varır, iki yorganlı yatağımın çukuruna büzülür, dostum Panco’yu düşünürüm. Şimdilik başka kimsem yok. İstanbul adalarının birinde hasta anam yatar döşeğinde. Kara köpeğim de karyolasının altında onu ve beni bekler. Panco, Çilek isimli bir sokakta oturur. Futbol oyunları görür rüyasında. Yahut da yine rüyasında pişpirik oynar. Ben gece yarısından sonra yağmurlu bir havada Atikali’deyim. Sözümona bir bulvar üstündeyim. Yürüyorum. Yağmur yağıyor da yağıyor. Evet, yağmurun, yalnızlığın, Atikali’nin hakkı var: Uzaklaştıkça anamı, Panco’yu, köpeğim Arabi daha çok özlüyorum.
Üçü de uykudadır. Annem horluyor, Arap uyanmış, sokağa kulak veriyor, Panco rüya da görmüyor, demincek attım.
Ben, iki insan ve bir hayvan düşünerek yağmurun altında, Atikali’nin bilmediğim sokaklarına sapıyorum. Bekçi düdükleri geliyor. Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor.
— Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni.
Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.
— İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime:
— Hidayet.
— Neden öldürdün; Hidayet?
— Seviyordum be abi!
— Nasıl seviyordun; Hidayet!
— Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susam helvası satarım abi gündüzleri. Cebin de mis gibi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba? derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi. Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve içimde o, yol göstermeyince aptal aptal bakardım. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden.
— İsmi ne idi?
— Pakize.
— Sonra Hidayet?
— Sonra abi… Hava kararırdı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap içmeye koşardım. Afyon mu katardı pezevenk meyhaneci nedir, içer içmez Pakize karşıma dikiliverirdi capcanlı, ısıcacık.
— Sahiden mi?
— Yok be yalancıktan, hülyadan be abi! Artık konuşur dururdum abi.
— Sus, gelen var, Hidayet.
Hidayet paltomun cebinde bir susam tanesi gibi büzülürdü.
Yağmur dinmişti. Ortalık bir parça ağarmış gibi idi.
Hidayet cebimden seslendi:
— Anlatayım mı ötesini abi?
— Anlatma, yeter bu kadarı.
— Peki abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco’ya emi?
— Anlatırım Hidayet.
— Ama ötesi daha kıyak abi.
— Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. İkinizi birden kaldıramıyorum, yoruldum.
— Peki abi.
Cebimdeki susam pire oldu. Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı gitti. Karanlıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı.
Bir oh çektim. Rahatlamıştım. Keyiflenmiştim. Panco’ya domuzuna bir hikâye anlatacaktım: Hidayet Pakize’nin ta kalbine bir vuruşta kocaman bir çivi saplamıştı. Başka çaresi yoktu. Susam helvaları yiyen çocuklar, kadınlar Hidayet’ten bu hikâyeyi beklemezlerdi. Susam helvası karın doyurmazdı. Pakize susam helvacıya da varamam a, demişti. Seviyormuş… Sevgi karın doyurur mu? Hidayet o akşam süslenmiş, Taksim’e çıkmıştı. On sekiz lira otuz yedi kuruş parası vardı. Bir meyhaneye girdi içti de içti. İçtikçe Hidayet’e koydu. Artık minareye baktığı zaman minarenin aleminin göğe doğru yükselişini Pakize ilen bir bulutsuz ay mehtaplı gecede seyretmeyecekti, demek. Hırkaişerif e bu yol mu gider diye bir kadıncağız sorduğu zaman Hidayet kafasının içinde, sarı yün kazağı altında kaybolmuş, Pakize’ye aynı suali sorup da: “Bu yol mu gider, öteki mi, ben ne bileyim Fatma Hanım!” derse, o da kadıncağızın şaşırmış yüzüne gülümseyerek aynı şeyleri söyleyemeyecekti, ha.
Başını tüyler gibi, kediler gibi, temiz tülbentler ve mendiller gibi kokan Pakize’nin dizlerine hiç mi hiç koyamayacaktı.
Ulan bu çiviyi de kim koymuştu cebine. O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli, esmer yüzlü, badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah. O koymuş olacaktı çiviyi. Yarım sinema bileti, yarım stadyum bileti, diş fırçası, İngiliz anahtarı, bozuk yale kilidi, ispermeçet mumu, çiklet, kurtlu kiraz, sabun, karpuz kavun çekirdeği, soğan sarmısak koyan piç kurusu çiviyi ne bok yemeye kor. Kocaman temel enserisi. Pırıl pırıl da. Biz gibi de ince… Panco’ya hazırda hikâye.
— Ne arıyorsun buralarda gece yarısı hemşerim sen?
— Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Ordan dönüyorum. Geç kalmışım.
— Nerde oturuyorsun?
— Şişli’de.
Üstümü aradılar. Kalemden başka 67 lira 30 kuruş param var. Bir hikâye müsveddesi, Panco’nun bir resmi, bir kalem daha.
— Nüfus kâğıdın yok mu yanında?
— Yok!
— Ne iş yaparsın?
— Yazı yazarım.
— Ne yazısı, kâtip misin?
— Kâtibim.
— Kimin yanında?
— Kocaeli, İkbal ambarında.
Nereden aklıma geldi de birdenbire söyleyiverdim Kocaeli İkbal ambarını.
— Hadi bakalım. Tabana kuvvet. Dolaşma gece vakti, ihtiyar halinde.
Fatih parkının kenarından yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere. Bacaklarını dimdik dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış.
— Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! Diye bağırıyordu.
— Yaşasın hemşerim, dedim.
— Otur yanıma, dedi.
Oturdum. Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk.
— Benim bir karım var hemşerim. Suratını görsen bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var. Allah senin gibisine nasip etsin. Evli misin? Evli isen boşa benim kızı al. Bir gözü kör, öteki gözü Yaradana yan bakar. Bir burnu var. Enfiye mendili dayanmaz. Sümüğü kokar. Mendili kokar, kendisi kokar. Yanından geçemezsin. Buram buram aybaşı kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak kokar, cıgara kokar. Ev desen evlere şenlik apteshane kokar. Hey büyük Allahım! Şu taşlara bak. Yıkadın pırıl pırıl. Şu yeşile boyanmış demirlere bak! Katı, katı ama mis gibi boya ve yağmur kokuyor. Şu çimenler. Şu bulutlar, şu kara kara, sarı sarı, kırmızı kırmızı, sarışın sarışın, esmer esmer geçen bulutlara bak! Şu gözlerimde büyüyüp büyüyüp, yıldız yıldız açılıp, ok ok, sivri sivri kapanan fenerlere bak! Şu baştan aşağıya yıkanmış daireye bak! Soğukmuş, yağmurmuş. Vız gelir. Tertemiz, kokusuz, ışık ve su içinde, bulut içinde kâinatın altında yatıyorum. Başımı demirlere dayamışım. Kıçım sular içinde ne çıkar? Kâinat tepemde akıl ermez oyunlar oynuyor. Buhar su oluyor. Su çamurları, pislikleri temizliyor, çimenleri yeşil ediyor, ağaçları ağaç. Ne işim var evde? Otur sen de. Sen de gitme evine. Yatalım burda. Uyuyalım. Dur önce bir cıgara yakalım.
Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fışırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cıgaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek… Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cıgara dumanı! Hadi uyuyalım hemşerim.
Ha uyumadan evvel Panco’ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adamı, cıgarasının dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle benden.
İyi ki şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde. Ayaklarım kaloriferli. “Cıgaramın dumanı, yoktur yârin imanı. Altından köşk yaptırdım, gümüşten merdivanı” türküsünü bağıra bağıra söyleyerek uzaklaşırken arkamdan sesleniyordu.
— Var ol! Gördün mü? Var mı imiş dünya. Panco’nun arkadaşı! Faik Bey’in oğlu.
Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgâr bir kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum. Seddin hangi tarafından ineceğimi düşünmek istiyorum. Ömrümde bir kere esrar çekmiştim Bursa’da. Yeşil camisinin avlusundaki sedde oturmuş Nilüfer ovasına şiir düzerken ne taraftan ineceğimi şaşırmıştım. Adamın biri geçerken çağırıp, ne taraftan ineceğim ağabey, diye sorunca adamcağız gözümün içine korku ile bakmış, sonra gülümseyerek elimden tutup indirmişti. Gözlerini lise kasketinin şemsiperine dikip:
— Yapma bir daha delikanlı, demişti, inmesi kolay. Biri gelir indirir. Ama bir de çıkmasını şaşırırsan iflah olmazsın sonra, demişti.
Şimdi artık böyle şey kullanmıyoruz ama o zamandan beri bir sedde çıkmaya görelim. Hep iniş kolunu unutuveriyoruz.
Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum. Sen ettin bu işi.
Baktım, Zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. Yanına oturdum. Gözünü açtı. Böcül böcül baktı. Korka korka kafasını okşadım. Gözünü yumdu. Bir konferans da ben ona çektim. Dedim ki:
— Oğlum patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bundan milyonlarca sene evvel her ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahluktuk. Ondan evvel boşlukta bir tozduk. Sonra bak işte bu hale geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız, biz de. Evlerde uyuyanlar, ipekler içinde uyuyanlar, kadın koynunda uyuyanlar, soba başında kıvrılmış bobiler de var. Lastikten kemikleri, toplan var. Hanımları atar, koşup getirirler. Sabahları kapıcılar gezmeye çıkarırlar. İnsanlar var, sevdiklerini almışlar şu saatte koyunlarına, dalmışlar iki kişilik rüyalarına. Pekâlâ ne yapalım? Ama sen Zeyrek yokuşunda kuyruksuz, tüysüz, uyuz, soğuktan titreyen bir sokak köpeği, ben Panco’nun arkadaşı, başka hiçbir şey değil, yağmura vurmuş, uykusuz, canı burnunda, yüreği Ağaççileği sokağında, kafası Bomonti tramvay durağından yüz metre uzakta kirli bir yastıkta bir adamcağızım. Ne yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir âlemde yaşıyacağımızı düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız. O zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. O zaman hiç merak etme. Dostum Panco da bana hak verecektir. Kilise ahlakından söz açmayacak. Dostluğun olağanüstü güzelliğini çocuklarına anlatacaktır.
Atatürk Köprüsü’nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış, Haliç’e öğürüyordu. Yanında durdum. Zıplar gibi iki üç defa daha ayakkabılarının ucuna basarak yükseldi. Sonra durdu. Mendilimi çıkarıp gidip yüzünü sildim. Ağzını sildim. Gözüne düşen saçlarını elimle taradım. Yüzünü bana çevirince iki büyük ve siyah göz dostça baktı.
— Çok içtim amca, dedi.
Ukalalık etmedim.
— İçmeli delikanlı, dedim, içince çok içmeli.
— Aşkolsun amca, dedi, sen de bizdenmişsin.
— Zamanında, dedim.
— Çok mu içerdin, dedi.
Alt dudağımı üst dudağıma adamakıllı yapıştırıp sağ elimle de havaya hafiften iki üç tokat salladım. Panco sen de yap böyle, ne demek istediğimi anlarsın.
— Belli, belli amca, dedi. Suratında nur kalmamış.
Kızdım.
— Nurum içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç olmazsa bu akşamlık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalanadır, aldatır.
— Öyle mi dersin? dedi. Arkasından “Öyle mi derler tombul gelin böyle mi derler?” şarkısını söyleyerek uzaklaşırken yakaladım.
— Yok, dedim, salıvermem seni. Anlat bana nerde içtin.
— Nerde olacak amca, bırak, gece yarısı hoşbeşi Allah aşkına aydım artık, gidip yatayım. Yarın erken araba koşacağız. Moruk kıyameti koparır uyutamazsak.
Senin anlayacağın amca na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara’ya gitmiş. Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce bir tek kelime söylemedi. Bir kenara oturdu. Kan da pişkinmiş o da sanki odada kimse yokmuş gibi bir bana bir kendisine, bir herife dayadı rakıyı. Üçümüz bir kelime söylemeden yedişer kadeh daha içtik.
— E, bana müsaade! dedim.
Karı:
— Müsaade sizin efendim, dedi.
Herif yüzü sapsarı, mükemmel bir Türkçe ile:
— Şerefi ikballe, dedi.
Ben kırdım. Sonra ne oldu evde bilmem.
— Uy anam, dedim ben.
— Ya, uy anam, dedi, genç yakışıklı, bıçkın arabacı. İkimiz de Atatürk Köprüsü’nü ters tarafından arşınlayarak Haliç’in öteki yakalarına vardık.
Ben Azapkapı’da iken onun Unkapanı’ndan narasını duydum.
— Uy anam, diyordu.
İşte bu minval üzre Panco geldim sizin mahalleye, yağmur yine başladı. Tam sizin evin önünde bir küp kırılmış, yarısı paramparça, yarısı sapasağlam. Küpün içine oturdum. Başladım anlatmaya Atikalipaşa’ya bir gece yarısı nasıl gittiğimi, Hidayet’in cebime nasıl girdiğini, Fatih parkında yatan adamı, sokak köpeğini ve Yahudi karısının arabacı zamparasını.
Sen uyuyordun.
— Hey Panco, Panco, seslendim.
Sesim bir pencereyi deldi. Gitti senin kulağını buldu. Uyandın. Ama artık benim sana kadar yetiştirecek ne sesim, ne halim kalmıştı. Sen de tekrar uykuya daldın. Bir otomobil geçiyordu.
— Bomonti’ye gidiyor musun ağabey, dedim.
— Atla, dedi.
Atladım.
Sait Faik Abasıyanık
İstanbul’un semt adları yok mu? Bayılırım onlara. Ne güzelleri vardır. Yalan da olsa, yanlış da olsa, bu semt adlarından insanın muhayyelesine bir şeyler üşüşür. Başka yönlerden gelmiş anılar kaynaşıverir içimizde. Bir filmdir başlar dönmeye beynimizin karanlığında.
Dolapdere’de bostanları sulayan dolabı gözümüzü kapamadan da görüyoruz: Sıra sıra bostanların kuyuları, kocaman kovalar, gözlerine mendil bağlanmış bir emektar beygir, bir gıcırtı, kovaların deliklerinden durmadan düşen su, zincir şıkırtıları, dolap beygirinin adaleleri, tahtadan olukların arklara gönderdiği sularda ışık ve güneş oyunları, atın duraklayışı, hızlanışı, bahçıvanın hooo sesi, çıplak ayaklı bir Arnavut kızının pespembe topukları, burma kırmızı bıyıklarında hıyar çekirdekleri, Sigara dumanları, tütün ve hiddet tutuşan bir ellilik bahçıvan, kuyruğu havada düşmanca dönüvermiş, sırtının tüyleri diken diken, burnu ağzı kapkara, ıpıslak, dili bir eski zaman pembesi ile pembe bir acar, edepsiz dişi köpek…
Bu semtlere Beyoğlu’nun ta garaja kadar her sokağından inebilirsiniz. Ben en şairanesini seçtim. Elmadağı’ndan indim.
Elmadağı dikçe bir yokuştur, iki tarafına muntazam evler sıralanmıştır. Ne elmaya, ne dağa tesadüf etmeden yokuşu iner, birkaç sene evvel bozuluvermiş bir asfalta girersiniz. Semt birdenbire fukaralaşmıştır. Kulübeler, tahtadan, taştan, sacdan ve mukavvadan kulübeler görürsünüz. Çıplak, çırılçıplak çocuklar görürsünüz. Çıplak, çırılçıplak aynasız, hasırsız, iskemlesiz kahveler görürsünüz. Şivelerinden kim olduklarını çabucak anlayacağınız insanların mahalle meydanını görürsünüz. Birisi:
— Abe, der, senin kızan pavlikaya gitmez mi be?
— Rüstem be senin kara kız, yine mi koğuldu işten; ıskara maşa satar.
Mahalle bir bayram yeri gibidir. Dümbelek, zurna, keman sesleri duyulur. Kara bıyıklı, poturlu ihtiyarlar gezer. Öyle kızlar görürsünüz ki içiniz titrer ama, burnunuzun alışık olmadığı ağır kokuya çare yoktur. Çamurlarda geçen kıştan, ne geçen kıştan öteki kıştan, Fatih’in İstanbul’a girdiğinin ertesi günü yağan yağmurdan kalma nal izleri vardır. Duvar diplerinde keskin, gözleri acıtan bir amonyak kokusu… İleride bir fabrika gürül gürül işlemektedir. Mahalle gençlerinin çoğu bu emprime fabrikasına giderler. Fabrikanın etrafını bu sefil evler, kaldırımsız, eski sahtiyan, amonyak, insan fabrikasının küsbesı kokulu sokaklara çevirmiştir. İşte Dolapdere burasıdır. Tekrar asfalta inince Yenişehir’e doğru yürürsünüz. Sağınızda kocaman Vangelistra kilisesi bir derebeyin şatosuna benzer. Vakit akşamsa, günlerden bir aziz günü ise Vangelistra kilisesi karanlığın içinde mumlar ve avizelerle pırıl pırıl yanar. Sanki içerde dekolte prensesler, kontesler, beyaz ve pudralı perukalı dükler ve prenslerle polka oynamaktadır.
Beyoğlu’nun yüzlerce, binlerce dükkânında, terzisinde, berberinde, gazinosunda, gardrobunda, pastacısında, barında, modistrasında, kürkçüsünde ve sinemasında yok bahasına çalışan Hıristiyan kızları bu semtte yetişir. Duvarcılar, badanacılar, kuyumcu çıraklan, tornacılar, düğmeciler, marangozlar, dülgerler, çilingir ustaları, kalfaları ve çırakları ile bu semtte yetişir.
Bu semtte tövbekâr yankesicilere, yeni hastahaneden çıkmış eroin hastalarına, falcılara, 1900, 1953 senesi orompolarına, eski tulumbacılara, şık, Bobstil cebi bıçaklı, yakışıklı yeni külhanbeylere, arakçılara, haraççılara, jigololara, kızlarına kodoşluk yapan analara, karılarına müşteri arayan kocalara… Pirzola kokusuna, açlığa, rakıya, aşka, şehvete, iyiye kötüye, her mücerret kelime vasfının karşılığına rastlamak mümkündür.
Akşam oldu muydu her sokakta birbirini tanıyan ıslık sesleri duyulur. Karanlık köşelerde Rumca aşk fısıltıları…
Yağmurlar yağmışsa sel önce buralarını basar. Yaz geceleri meltem öteki semtleri bir rüya serinliğine boğarken burada yaprak oynamaz. Yenişehir’in kahveleri, meyhaneleri büyük ve güzeldir. Çarşı ışık, kukureç, midye tavası, istiridye, tarak, kırmızı turp, maydanoz, ciğer tavası, şarap, ıskara balık ve rakı kokusu içindedir. Saçları alınlarına yapışmış yumurta ökçe, 59 paça, kırmızı kuşaklı, semtten ancak mahpusane için ayrılan ellilik acaip delikanlılar görürsünüz.
Sait Faik Abasıyanık
Birliklerimiz, nihayet şehre güneyden girmeyi başardılar. Benim emrimdeki birlik şehrin dışındaki yarı kavrulmuş kiraz ağaçlarının gölgesinde konaklamış, gelecek emirleri bekliyordu. Ne ki, güneyden gelen borazan seslerini işitince bizi tutacak kimse kalmadı. Elimize gelen silahı kaptığımız gibi, her birimizin kolu bir başka arkadaşının omzunda, karışık düzen savaş çığlıkları atarak ilerledik. “Kahire! Kahire!” diye haykırıyorduk uzun sıralar oluşturarak bataklıklar arasından şehre ilerlerken. Güney kapısına vardığımızda cesetler ve sarımsı bir toz dalgası karşıladı bizi. Duman topraktan tüter gibiydi, her yanı kaplamıştı. Duraksamadık, geride kalmak istemiyorduk, savaştan nasibini almamış sapa sokaklara daldık hemen. Sokaktaki ilk evin kapısını baltalarla parçaladık, eve öyle çılgınca daldık ki kendi çevremizde dönenip durduğumuzu bile fark etmedik. Koridordan bize doğru yaşlı bir adam yaklaştı. Çok garip bir adamdı: Kanatları vardı. Açılmış geniş kanatlarının boyu adamın boyundan uzundu. “Kanatları var!” diye haykırdım dehşet içinde, durumu anlamadan arkadan itenlerin izin verdiği kadar geriledik. “Ne o, şaşırdın mı?” dedi yaşlı adam. “Burada hepimiz kanatlıyız ama ne fayda, elimizden gelse koparıp atardık bu kanatları.” “Öyleyse neden uçup gitmediniz bu şehirden?” diye sordum. “Uçup gitmek, evimizi, şehrimizi, Tanrılarımızı, ölülerimizi terk etmek, öyle mi?”
Franz Kafka
Sabahattin Ali, “Duvar” isimli öyküsünde Sinop Cezaevini anlatır. Duvar, Sabahattin Ali’ye kır saçlı bir mahkumun anlattığı “yarı kalmış bir firar hikayesi”dir.
Sabahattin Ali, 1936 yılında yazdığı bu öyküsünde tutukluluk günlerine geri döner : “… Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler, bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen bulutlar benden bir teselliyi: unutmayı alırlardı…”
“Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı.Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar vehemen uzaklaşırlardı.
Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kurşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?
Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi: unutmayı alırlardı.
Ve burada konuşulan şeyler hep eskiye, dışarıya ait şeylerdi. Sanki hiç kimse buraya girdikten sonra yaşamıyor, yahut hafızası bunu zapt etmiyordu. Buradaki hayattan bahsetmek lazım gelince de o kadar isteksiz anlatılırdı ki, insanda, söyleyene azap veren bu şeyleri susturmak arzusu uyanırdı.
Yalnız kır saçlı bir mahpus bana hapishaneye ilk geldiği günlere ait bir vaka anlattı. Belki bunu ona sıkılmadan anlattıran, içeriden ziyade dışarıya ait olmasıydı. Bu, yarı kalmış bir firar hikâyesiydi.
Yalnız daha evvel hapishanenin duvarlarından bahsedelim:
Avlunun dört tarafını çeviren surlar kara tarafında kalın ve birbiri arkasına birkaç tane idiler. Bir zamanlar burası şehrin iç sarayı imiş ve şimdi sarı yüzlü, sakallı ve dünyadan uzak zavallıların dolaştığı bu bahçede asırlarca önce genç cariyeler, belki aynı hürriyet aşkıyla gözlerini yukarı çevirip denizi dinleyerek, dolaşırlarmış. Bu kalın surlar onları hem yabancı gözlerden, hem de düşmandan korumak için yapılmış.
Şimdi yer yer çöken ve üzerlerinde biten bin türlü ot altında taşları görünmez olan bu duvarların garp köşesindeki kısmının yıktırılmasına başlanmıştı. Buraya yeni münferit (*) daireler yaptırılacağı söyleniyordu.
Bir gün yukarıda söylediğim kır saçlı mahpusla birlikte bu yıktırılan duvarı seyrediyor, kazmayı vurdukça parça parça aşağı dökülen harçlara bakıyorduk. Sekiz metre kadar geniş olan surun yıktırılması epey uzun sürüyordu ve dış bahçenin bu tarafına gelmelerine müsaade olunan emniyetli yahut eski mahpuslar, uzun seneler içinde pek bol olarak görülmeyen bu “eğlenceyi” sabahtan akşama kadar oturup seyrediyorlardı.
Duvar yarı yarıya yıkılmıştı ki, benim yanımda sesini çıkarmadan duran kır saçlı mahpus yavaşça kulağıma eğildi:
“Bir zamanlar ben bu duvardan kaçacaktım!” dedi.
Merakla yüzüne baktım. O, bahçenin bir kenarındaki kuru ayva ağacına doğru yürüdü. Yan yana çömeldik, gözlerini parça parça aşağı düşen duvardan ayırmadan anlattı:
“Dokuz sene evvel, yeni hapse düştüğümün birinci senesinde bu duvarların dibinde ahşap dükkanlar vardı. Bazı mahpuslar orada marangozluk, oymacılık, kuyumculuk yapar ve çıkardıkları işleri dışarıdaki komisyonculara vererek limana gelen vapurlarda sattırırlardı. Biz de, cürüm arkadaşımla birlikte, evimizden beş on kuruş getirterek şu şimdi yıkılan duvarın önündeki bir dükkânda çalışmaya başladık. Sessiz insanlar olduğumuz için müdür bizi koruyordu. Biz de kârımızdan ona üç beş kuruş ayırıyorduk. Fakat ne bu iş, ne de kazanç bize dışarısını unutturamıyordu. Düşün! İkimiz de yirmi iki yaşındaydık. Dışarıda ele avuca sığar şey değildik. Bir orospu kadın yüzünden vukuat yapıp içeri düştüğümüz zaman, burada birkaç günden fazla kalacağımızı aklımız kesmiyordu. Fakat cezamız tasdik olup on beş sene yüklendikten sonra aklımız başımıza geldi. Daha doğusu aklımız başımızdan gitti. Ama ne yaparsın? Dört taraf dört duvar. Belki af çıkar; cezasını sonuna kadar yatan kaç kişi var ki?..diye kendimizi avutmaya çalıştık.
Bir gün dükkânın bir köşesinde tutkal kaynatıyorduk. Çanağın altına sürdüğüm odun, duvarın taşına çarptı. Bana, taş yerinden oynar gibi geldi. Hemen ateşi ve çanağı oradan kaldırdım, taşın soğumasını beklemeden yapıştım. Azıcık kireç döküldükten sonra, koca bir tepsi ekmeği kadar büyük olan taş yere düştü. Eğilerek içeri baktım. Gözlerime inanamayacaktım: Uzakta, ta ileride, dar bir ışık görünüyordu. Hemen arkadaşımı çağırdım. O da yere yatarak bakmaya başladı. Sonra bana dönüp:
‘Bu delikten dışarı çıkmak zor olmasa gerek, hemen kaçalım!’ dedi.
Ben kendisine ‘düşünelim’ diye cevap verdim. Acemilik etmeye gelmezdi. Akşama kadar iş göremedik, bir içeri, bir dışarı dolaştık.
Bazı geceler, iş çok olursa, gardiyana beş on kuruş vererek dükkânda kalmak mümkündü. Gardiyan, koğuş yoklamasında bizi mevcut gösterirdi. O akşam düdük çalıp herkes koğuşlarına giderken Arap gardiyanın eline bir yirmi beş kuruşlukla bir tutam esrar sıkıştırdık. O da: ‘Hapishaneden banker olup çıkacaksınız ellâlem!’ diye yarenlik ederek gitti. Gece oluncaya kadar ceviz takozlarını keserle yontup sözüm ona sedefli nalın yaparak vakit geçirdik.
Yatsıdan sonra lambayı köşeye çekerek taşı oradan aldım, arkadaş pencereden nöbetçi gardiyanı gözlüyordu. Kâfir Arap her sefer esrarı çekince bir köşede uyur kalırdı ama, bu sefer domuzuna dolaşacağı tutmuştu. Ben delikten içeri süzüldüm. Gözüm öbür baştaki delikteydi. Ay ışığı olmadığı için orası şimdi koyu yeşil bir fener gibi parlıyordu. Biraz daha sürünerek ilerledim. Sırtım taşlara dokunuyor, enseme kireçler dökülüyordu. İki adam boyu kadar gittikten sonra birden ferahladım. Elimle iki yanımı, üstümü yoklayınca geniş bir yerde olduğumu anladım, yine yoklaya yoklaya doğruldum.
Burası üç adım eninde, üç adım boyunda bir yerdi. Başımı eğerek ayakta durabiliyordum. Duvara dayanarak solumaya başladım. Sürünürken oldukça yorulmuştum. Böylece biraz bekledikten sonra dükkân tarafında bir patırtı oldu ve delik karardı. Önce korktum, sonra baktım bizim oğlan geliyor. Sanki bu yerin dibindeki delikte bizi duyacaklarmış gibi, yavaş sesle:
‘Arap gardiyan uyudu mu ki?’ diye sordum. Yattığı yerde ilerlemeye çalışarak: ‘Öyle olmalı, yarım saatten beri dolaşmaz oldu!’ dedi. O benden daha zor sürünebiliyordu. Nihayet benim durduğum yere geldi, hemen:
‘Burası ne biçim yer?’ diye sordu. Sonra ellerini duvarda gezdirerek söylendi:
‘Vıyy, her yanlar da yaş!’
Elimle onu aradım, parmaklarıma meşin bir torba dokundu. O zaman ne diye zor zoruna sürüklenebildiğini anladım.
Gündüzün acele ile bu torbayı bulmuş, belli etmemek için yalnız kendi tayınlarımızı içine koyarak saklamıştık. Belki bir gün, iki gün insan yüzü göremeyecektik…
Ben bunu unutmuştun bile, arkadaş unutmamış ve beraber getirmiş. O da biraz dinlendikten sonra: ‘ Haydi bakalım, dayan!’ dedim. Bu sefer o öne düşerek şimdi daha yakına gelen deliğe doğru ilerlemeye başladı. Ben de yere uzanarak arkasından gitmeye hazırlandım. Önümdeki, birdenbire durdu: ‘Buradan geçilmez!’ dedi. Başı deliğe yaklaştığı için, dışarıda, kalenin üstünde dolaşan candarmanın duymasından korkuyor ve yavaş konuşuyorduk. Sonra, sesi taşların ve kendi elbiselerinin arasında boğulmaktaydı. Ben kalktım; o geri geri sürünerek geldi.
‘Delik birdenbire darlaştı. Bir taş duvar var, onu söktürmek lazım. Ondan sonrası yine ferah!’ dedi.
O sıkıntılı yolu bir daha geçerek dükkâna döndüm. Bahçeyi bir güzel dinledim: Ne ayak sesi, ne de Arap’ın öksürüğü duyulmuyordu. Lambayı biraz açtım. Sandığın içinden bir keski ile bir çekiç alarak geri döndüm.
Ondan sonra sıra ile deliğe girip çalışmaya başladık. Ses çıkarmamak için çekici hiç kullanmıyor, yalnız keski ile taşın etrafındaki harçları dökmeye, taşı oynatmaya çabalıyorduk. Bizi dışarı atacak olan deliğe yarım adım bile yoktu. ‘Bir şu taş düşse!’ diyordum.
Gözüm karanlığa alıştığı için dışarısını seçebiliyordum. Karşımda öteki surun taşları vardı. Fakat bu surlar pek harap olduğu için aralarından geçmek kolaydı. Kasabadaki oğlanlar bile kuzularını alıp burada yayarlardı. Bu vakadan son hepsini tamir ettirdiler.
Böylece her birimiz üç dört kere girip çıktık. En son ben girmiştim. Yarım saat kadar uğraştıktan sonra taş, bir sürü sıva ile beraber, önüme yuvarlanıverdi. Sevincimden deli gibi oldum. Arkada sesleri duyan arkadaşım da sabırsızlanıyordu. Ellerimle sımsıkı sarılarak taşı geri getirdim. Onu bir kenara iter itmez deliğe doğru atıldım.
Fakat ben bu işle uğraşırken hiç dışarı doğru göz atmamıştım; deliğe yaklaşınca ne bakayım: Şafak sökmüş bile.
Başımı yavaşça uzattım ve elli adım kadar ötedeki kalede nöbetçi candarmanın gölgesini gördüm.
Tere gömülüvermiştim. Ağır ağır geriye döndüm ve:
‘Yazık, kaçamayız!..’ dedim.
Arkadaşım evvela güldü ve deliğe kendisi girdi. Fakat biraz sonra o da geldi. Karşı karşıya durduk, artık gözlerimiz birbirimizi seçiyordu.
‘Bu akşam geçti, başka bir akşam inşallah!’ dedim.
Fakat bu kadar yaklaştıktan, hatta serbestliğin içine böyle aşını uzatıp baktıktan sonra insan geri dönmek pek zor geliyor. Arkadaş başını salladı:
‘Başka akşamı falan yok, bu akşam gideriz!’ dedi.
‘Artık bu akşam kalmadı, bugün diye konuş!’
‘Peki, bugün gideriz!’
İlkönce ben de geri dönmeyi ister değildim, fakat bunun lazım olduğunu ona anlatırken onu değil kendimi kandırdım. En sonunda sözlerime o kadar inanmış ve kendimi o kadar korkutmuştum ki: ‘Sen istersen git, ben kalırım, candarma kurşunuyla geberecek halim yok!’ diye bağırdım, hızla geriye dönüp dükkâna doğru sürünmeye başladım. O arkamdan bağırdı:
‘Ülen gitme! Candarmanın gözünü avlar, daha ortalık adamakıllı aydınlanmadan otların arasına sine sine gideriz!’ dedi.
Fakat benim yüreğim, kör olası bir korku, bir can korkusu ile öyle yaman atmaya başlamıştı ki, üstümü başımı yırta yırta kendimi dükkâna zor fırlattım ve taşı eski yerıne kapatarak sabahı ve koğuşların açılmasını bekledim.
O gün kuşluk vakti iş meydana çıktı. Gardiyanlar, candarmalar dükkâna doluverdiler. Ben yarı korkudan, yarı şaşkınlıktan aptala dönmüştüm. Taşı çektiler, delik meydana çıktı. Eğilip bakınca öbür baştaki delik, bu sefer kocaman olarak görünüyordu. Yol bomboştu… Bir candarma mavzerini uzatarak iki sıkı attı. Kurşunların karşı surlara vurdukları duyuldu. Hemen, bütün dükkânları boşalttılar. Duvarlar muayene edildi, bizim arkadaşın kaçtığı delik iki yandan ördürüldü ve bir daha böyle dükkân açmak falan yasak edildi.
Ben çok dayak yemedim. Kendim kaçmadığım için hapishane müdürü, karakol kumandanı, hatta müddeiumumi halime acıdılar. Fakat keşke dayaktan öldürselerdi!..”
Kır saçlı mahpus bir müddet sustu. Yarı kapalı gözleri bir hayali kovalıyor gibiydi. Başını bana çevirmeden, küfrediyormuş gibi keskin keskin:
“Ah… ne enayilik ettim!” dedi, “Ne enayilik ettim! Bir candarma kurşunu on beş seneden daha mı kötü sanki? Bir korku yüzünden gençliğimi yok ettim.”
“Halbuki o… kim bilir şimdi nerelerdedir? Bir daha buralarda görünmedi. Herhalde uzak bir memlekette, kendisini tanımayanlar arasında yerleşti, akıllı uslu adam oldu… Belki çoluk çocuğa da karışmıştır. İstersem ben de onunla beraber olabilirdim. Fakat bir dakikalık korku… O kahrolası korku…”
Çenesinin adaleleri gerilmişti. Hayatımda kendisini bu kadar istihkar eden, kendisine bu kadar kızan insan görmedim; her gün üst üste yığılarak müthiş bir kin halini alan bu nefret dudaklarından çıkarak bir tükürük halinde kendi korkaklığının yüzüne fırlatılıyordu.
Karşıda ameleler duvarı iyice alçaltmışlardı, ikimiz de ayağa kalkarak o tarafa yürüdük. Tam bu sırada gürültüyle birkaç taşın yuvarlandığı duyuldu.
Ameleler geri fırladılar. Yanımdaki gülümsemeye çalışarak: “O benim söylediğim boşluğa geldiler galiba, duvarın tam orta yerindeki boşluğa… Ben o zamandan beri çok düşündüm, ama bunun ne diye yapıldığını bulamadım. Kim bilir, eski zamanlarda burada duvar içinde yollar, kapılar mı vardı?” dedi.
Ameleler bu sefer taşların düştüğü deliğe yaklaşmışlar, içeri doğru bakıyorlardı. Birkaç taşı daha ellerine alıp bir kenara koyduktan sonra birdenbire, yüzlerinde elle tutulabilecek bir dehşet ifadesiyle, doğruldular…
Etrafta bulunanlar ve bunların arasında kır saçlı mahpusla ben, o tarafa yürüdük; artık bir metreye kadar inmiş olan duvara tırmanarak deliğe yaklaştık. Herkes halka olmuş, ses çıkarmadan, aşağı bakıyordu. Bunları aralayarak biz de sokulduk ve gözlerimizi oraya çevirdik…
Elime birisinin yapıştığını, sımsıkı tuttuğunu ve sinirli sinirli titrediğini hissettim.
Orada, binlerce seneden beri güneş görmemiş olan rutubetli taşların üstünde bembeyaz bir insan iskeleti uzanıyordu.
Çoğu birbirinden ayrılmış olan kemiklerin ayak ucunda bir çift eski kundura, yanıbaşında meşin bir torba vardı.
Başımı kaldırarak yanımdakine baktım. O hâlâ elimi tutuyor ve sinirli sinirli sıkmakta devam ediyordu.
Yüzü sapsarıydı ve bu yüzde, henüz ölümden kurtulanlarda görülen şaşkın bir hayata sarılış vardı…
Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan diğer kırlangıçlara bakmaya başladı. Başını hafif hafif sallıyordu. Derin düşüncelere daldığı belliydi.
Söğüdün dalları hışırdadı. Bir erkek kırlangıç geldi, dişinin karşısındaki dala kondu.
Kırlangıçlar arasında pek teklif yoktur. Uzun uzadıya takdim filan edilmeden konuşmaya başladılar ve pek az sonra da ahbap oldular.
Evvela havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi birbirlerini yeni tanıdıkları zaman havadan sudan bahsetmek adettir.) Fakat biraz sonra erkek bir iki dal ileri geldi, dişi daha az çekingen bir hal aldı.
Muhabbeti kaynattılar.
“Olur ya!,” demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda, herkes dört tarafa koşup çalışırken bir söğüt dalında oturup yarenlik etmeleri gündelik işlerden değildir.
Bizim kırlangıçların ikisi de antika mahluklardı, yani öteki kırlangıçlara benzemiyorlardı. (Başkalarına benzemeyenlere antika derler.) Evvela dişi kırlangıç lafı derin tarafından açtı:
“Siz hiç çalışmıyorsunuz..”
Başka bir kırlangıç olsaydı hemen: “Ya siz neden burada oturuyorsunuz,” diye ikinci bir sorguya kalkışırdı. Fakat bizimki derin derin içini çekti ve sustu.
Ve dişi onun söylediği şeyleri anlıyormuş gibi başını salladı ve gözlerini aşağıda şıpırtıyla akan suya dikti.
Bir müddet daha sustular. Erkek birdenbire gözlerini dişiye çevirerek söze başladı:
“Bakınız şunlara…”
Ve aşağıda birbirini çaprazlayarak uçan ve dokuma tezgahının mekiklerine benzeyen kırlangıçları
gösterdi. ”
Bakınız şunlara… Sabah akşam demeden, yaz kış demeden çalışıyorlar. Ben bunlara çok kere sordum: Neden böyle durmadan uğraşıyorsunuz, dedim, cevap vermediler. Omuzlarını silkip yanımdan uzaklaştılar.”
Dişi:
“Birbirimize sen diye hitap etsek nasıl olur?- dedi. Erkek okkalı sözlerine cevap olmayan bu lafı beklememekle beraber, bu tekliften hoşlandı ve tekrar başladı:
“Adeta utanıyorum…” dedi, “Bütün kuşları sıraya dizseler biz herhalde sonuncu gelmeyiz. Kılığımız, kıyafetimiz düzgündür. Aklımız, şu sabahtan akşama kadar avaz avaz bağıran bülbülden herhalde üstündür. Kanadımızı bir vursak en hızlı güvercinden daha çok yol alırız. Halbuki bütün kuşların en zavallısı bizmişiz gibi hiç durmadan didiniyoruz. Şu budala serçe bile üç günlük ömrünü keyifle geçiriyor da, biz arasından uçtuğumuz ağaçları bile fark etmiyoruz.
Biraz durdu, dişiye doğru yandan bir göz attı:
“Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: ‘Dünyada neler gördünüz?’ dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…”
Dişi, gözlerinin içi buğulanarak:
“Ah,” dedi, “tıpkı benim gibi düşünüyorsun.”
Erkek cevap verdi:
“Zaten seni burada tek başına görünce benim gibi düşündüğünü anlamıştım. Doğru değil mi ama? Şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?”
Dişi tasdik eder gibi başını salladı:
“Etrafımıza göz gezdirince” dedi, “ben de senin gibi, dört tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de bunlardan mıyım, diyorum, sonra da bunlardan değilim galiba, diyorum. Onlar da beni pek istemiyorlar. Ne yapayım, burada oturup etrafa bakıyorum. Siz de, şey, sen de gelmesen böyle yapayalnız bu yazı geçirecektim.”
Akşama doğru lafları daha derinleştirdiler… Sonra ayrıldılar. Ve her gün buluşmaya başladılar.
Aman yarabbi, neler konuşmuyorlardı!.. Eğer kırlangıçlarda kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu.
Gitgide birbirlerine daha çok alıştılar. Çok kere dişi daha evvel gelir, gözlerini suya dikerek erkeği beklerdi.
Bir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir gün öteki kırlangıçlardan bahsederlerdi. Hep düşünceleri birbirine uygundu.
Yalnız her ikisinin de içinde gizliden gizliye büyüyen bir korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu.
Hiçbirisi bu korkusunu ötekine söylemeye cesaret edemiyordu. Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu. (Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.)
İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu münasip bir şekilde diğerine söylemek için düşünmeye başladılar.
Mesela:
“Hiç ayrılmayalım, olmaz mı,” demek vardı, fakat bu pek geniş manalı ve müphemdi. “Nasıl ayrılmayalım?”
“Bir yuva kuralım!” deseler, bu da pek bayağı kaçacaktı. Hem o zaman başka kırlangıçlara benzeyeceklerini sanıyorlardı.
Dünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuzluğundan, sulardan ve diğer kuşların yaşayışlarından bahsederlerken, gözleri birbirine hasretle bakar ve: “Birbirimizden nasıl ayrılacağız,” demek isterlerdi.
Tesadüfün pek merhametli olmadığını ve birbirine böyle yakın olanları bir ikinci defa karşı karşıya getirmediğini biliyorlardı. Fakat konuştukları dil, diğer kırlangıçların diliydi ve bu dilde, söylemek istedikleri şeyleri söylemekten utanıyorlardı. Bu dil, onların içindeki şeylere uygun değildi.
Yavaş yavaş gözlerine ve bakışlarına bir gamlılık çöktü. Dostluktan filan bahsederken, sesleri titriyor gibiydi; yahut onlar böyle zannediyorlardı. Fakat böyle zamanlarda hemen birinden biri, bir kahkaha atar ve işi alaya bozardı: İçi burkulduğu halde… Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya karar verdiler.
Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin önünü kapattı.
Erkek bu bakışı göremedi.
Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler.
Erkek ağzını açtı:
“Senden hiç ayrılmak istemiyorum…” demişti ki, buvvv diye soğuk bir rüzgar esti…
Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi.
Fakat her ikisi soğuk rüzgarın sesini duydular.
Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anladılar.
İkisi de içini çekti.
Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti: Sıcak yerlere dönüyorlardı.
Ayrıldılar… Ve bir daha birbirlerini görmediler.
Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki söğüdü ve orada geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutmadılar.
Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara tepeden baktılar… (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense tepeden bakarlar.)
Sabahattin Ali
Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar… Robenson Kruzoe’yu okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim, içimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.
Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşinf bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…
Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor, canavarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum.
Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduğum kitaba inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgârları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık şekil almış adalara kara sevdalıya kurşun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım a, daha çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker.
Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çı-kıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaşlı bir adam yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır:
“Geldin mi, kardeş?” der.
“Geldim, ağam,” derim.
“Artık gitmeyeceksin ya?”
“Aaah,” derim. “Bir daha mı?.. Bir daha mı?..”
“Adamızdan iyi yoktur.”
“Yokmuş, ağabey,” derim.
“Babam sizlere ömür…”
Gözümüz bulanmış, tahta havalisinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağı altından geçeriz.
“Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele…” derim.
Eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir, yönelirim. Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye fitreye, yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. İki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım.
“Hava bugün lodos muydu, ağabey?” derim.
“Başlarken lodos başladı. İkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı karayelden esiyor, ama çevirecek, karayele çevirecek.”
“Sonu kar mıdır, ağabey, karayelin?”
“Geldiğin yerlere kar amma bize pek yağmaz… Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maşallah!”
“Çok şükür, ağabey!.. Köy nasıl?”
“Bildiğin gibi.’gardaş! Hep öyle… Çocuklar iskambile dadandı; başka bir kusurcukları yok.”
“Parasına mı oynarlar ki?”
“Yok be anam! Para nerede ki parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele bir oynaya görsünler parasına da…”
Hani frenklerin “Penfant prodigue” dedikleri bir oğlan vardır. Ben o çocukmuşum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüşüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı köyü halkı dolar. Kalkık uçları çiçekle balık resimli çifte kayıklar bir anda uzaklaşır.
Bugün deniz yüz veren bir anne gibidir. Bu kadar naz etmemeli, bu kadar yüz vermemeli, bu kadar ışıklı, bu kadar sakin, bu kadar lastik çizme gibi pırıl pırıl olmamalı deniz. Bunun yarını var. Dalga kırık cam parçaları gibi keskin ve soğuk vurduğu zaman olacak, o canavar su baştan girip kıçtan çıkacak…
İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bıra-kıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kadın görmüştüm. Şehvet tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpusane görmüştüm. Kerhane görmüştüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Sulanmışlar, sulanmıştım. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiştim. Sevmiş sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş; gittiğim motorla yeni geri dönmüştüm.
Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, hoşgörü dolu, kötülüğü göz kırpışın-dan anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim.
Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son haline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden önce ne kadar sallanıp durdular.
İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Bense, orada kafamı kuma sokmuş devekuşu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi, çok namuslu, hani demin söylediğim evine dönen “müsrif çocuk” ruhuyla seyrediyordum. Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü sigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alınteri-ni, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma arasıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu başarılar, şöhretler düşünmeden, “düşünürsem Allah canımı alsın!” düşüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kağıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki, onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam, “Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz,” diyeceklerdi. “Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket ki, anası var, yoksa satar savar sürünür,” diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, balığı, denizi, ağı seve seve ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi.
Ne zararı vardı. Ben onları hayalimde adanın insanlarıyla öl-çe ölçe, en büyük kusurlarını hoşgörüsüzlüklerinde bularak mahcup sevecek; bir sigara, bir adaçayı, bir kâğıt oyunuyla rüzgârlı günü bitirdikten sonra yatağıma yeni doğmuşçasına günahsız, hatıraları kova kova; iyileri, kahramanları, namusluları, hak yemezleri, alınteriyle sert tabiattan kavga ve dostlukla ekmeğini çıkararak, birbirlerine fedakârlıklar ederek yaşayanları seyirden duyduğum hazla derin ve rüyasız bir uykuya dalacaktım. Sabahleyin yine rüzgârla, yağmurla uyanacaktım. Camları buğulu bir kahvenin içinde elleri nasırlı, yüzleri güneş ve rüzgârla çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük işlemeden bitirecektim.
Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım. Şehire bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum.
Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.
Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreşiyorlardı. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tüte-cekti.
Kayığı temizleyenler sekiz kişiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu.
Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışardan da insanlar gelirdi. Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. İrip tayfasıyla reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu.
Nihayet iş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine, “Bunu bize götür sonra,” dedi. “Ötekilerini pay yap.”
Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir halde dondu. Sandım ki, böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyve gibi çü-rüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki adam rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri neredeyse yine eski temiz, memnun halini, taze meyve halini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, başparmağına irisinden bir tane dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı.
“Ne o, hemşerim?” dedi. “Dur bakalım. Dağdan gelip bağ-dakini kovmayalım.”
Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek halde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü. Dışardan kahvenin önündeki seyircilerden biri seslendi.
“Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiş işte.”
“Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı götlüyle davet mi ettik biz bunları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeye hiç. Yağma yok, hemşerim!”
Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, “Ayıptır yahu, ver adama,” demedi.
Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi umduklarımdan birisi payına düşen balıktan birini, en küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu.
Hadiseye karışan adam, “Ayıp yahu,” dedi. “Ayıp!”
Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşen balıklardan en küçüğünü fırlatacaklarını sandıklarımdan biri, “Sen karışma bakalım, babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında.”
“Babanızın malı mı bu deniz sizin?”
“Onun babasının malı mı?”
“Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere.”
“Kim gel de çalış demiş ona, gelmeseydi.”
Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti.
“Kalkacağız, kalkacağız,” dedi kahveciye.
Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama, “Zararı yok, hemşerim,” dedi. “Zararı yok. Vermesinler, istemez.”
Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
Haritada Bir Nokta (1952) Sait Faik Abasıyanık
Niğde eski nüfus memuru Avni Akbulut, elinde yiyecek sepeti, arkasında hammal, Sirkeci’deki -Güzel Nevşehir- otelinin daracık kapısından girdi. Burayı daha da darlaştırmak ister gibi bir kenara dizilmiş olan mermer masalarda taşra esnafı kılıklı birkaç adam çay içiyorlardı. Avni Akbulut, köşedeki camekanlı yere sokuldu: -Katip nerde?- diye, bitkin, yarı duyulur bir sesle sordu. İçine bir kişinin güç halle sığabildiği camekanda kocaman bir defterin üstüne eğilmiş çıplak kafalı, gözlüklü, orta yaşlı bir adam: -Buyurun, hoş geldiniz!- diye doğruldu. Avni Akbulut, oradaki bir iskemlenin üstüne dermansız bir halde oturmuş, alnından boncuk boncuk dökülen terleri siliyordu. Kilitleri tutmadığı, kayışları koptuğu için urganla sarılmış olan körüklü bavulu sırtından indirmeye çalışan hammal da ter içindeydi. Katip, karşısındakinin bitkin halini fark edince alakalandı.
-Geçmiş olsun, rahatsız mısınız?-
-Evet, dermanım yok… Yol da az değil… İstanbul’un sıcağı da yamanmış ha!-
Katip biraz düşündü, önünde hızlı hızlı soluyan adamı süzdü, sonra:
-Size tek yataklı oda vermeliydi ama, hepsi dolu. Dur bakayım, on iki numarada bir yatak boş, yanınızda yatacak olan çok ağırbaşlı, Müslüman bir adamdır. Sabah çıktığını, geceleyin gelip yattığını bile duymazsınız. Yatak fiyatı da tabii ikramlıdır.-
Hasta hasta iki gün yolculuktan sonra şöyle bir uzanıp dinlenmekten başka şey düşünmeyen Avni:
-Neresi olursa olsun, sen bana odayı göster!- dedi, hammalla hesabı kestikten, nüfus kağıdını teslim ettikten sonra katibin arkasından merdivenleri çıkmaya başladı. Bereket oda birinci kattaydı. Siyah eteklikli, topukları yırtık siyah çoraplı, şipidik terlikli şişman bir kadın yerleri siliyordu. Katibin emri üzerine ellerini üstüne kurulayarak on iki numaranın kapısını açtı, yorganın ucunu kaldırıp bakarak: -Daha temiz, buyurun!- dedi. Arkadan bavulu getiren bir garson, üstü mermerli komodinden sürahiyi alarak suyunu değiştirdi, sonra her üçü: -Hoş geldiniz, istirahat buyurun!- diyerek çekildiler.
Kendini elbisesiyle yatağın üstüne atan Avni Akbulut hemen uyudu. Birtakım tıkırtılarla uyandığı zaman ilk gözüne çarpan şey, tavanda sönük bir ışıkla yanan, sinek pisliği içindeki elektrik lambasıydı. -Desene, akşam olmuş- diye düşünerek başını yana çevirdi. Elli yaşlarında, kısa değirmi sakallı, kıyafetine bakılırsa Anadolulu bir adamın pabuçlarını çıkarıp, somyası gıcır gıcır eden karyolaya yerleştiğini gördü. Kendisi de biraz doğruldu. Onun uyandığını fark eden karşı yataktaki, sakalını sıvazlayarak:
-Safa geldiniz, yabancısınız herhalde?- diye sordu.
-Safa bulduk, Niğdeliyim.-
-Dimeyin! Ben de Borluyum.-
-Çok güzel, kimlerdensiniz?-
Hemen ahbap oluverdiler. Değirmi sakallı sık sık Niğde’ye gidip geldiğini, orada birçok bildikleri olduğunu söyledi. Hatta kızını Niğdeli birine verdiğini anlatırken, -Nikah için nüfus kayıtları çıkarttığımda sizi görmüş olacağım, bana hiç yabancı değilsiniz!- diye tanıdık bile çıktı. Ayak esnaflığı yapar, memleketten elma kurusu, fasulye, nohut getirir, buradan oraya da kıl çuval, kösele, mıh, nalça gönderirmiş. Elhamdülillah işi fena değilmiş, ama, geçenlerde memleketten birkaç hısmı hasta olup İstanbul’a gelmişler, onları doktor doktor gezdirmekten işleri yüzüstü kalmış. Eloğlu birbirinin elinden ekmeğini almak için kurt gibi bekliyormuş. Doktorun da iyisini, helal süt emmişini buluncaya kadar hayli dolaşmışlar, hayli masarife girmişler. Maazallah insan bir soysuzunun eline düşerse malına mı, canına mı yanacağını bilemezmiş.
Lakırdı hastalık ve doktor meselesine dökülünce Avni Akbulut’un da dili açıldı. O da İstanbul’a derdine derman aramaya gelmişti. Üç seneden beri çektiği böbrek sancısından kurtulmak için almadığı ilaç kalmamış, bir yıl önce Kayseri Hastanesi’ne varmış, röntgen yaptırmış, doktor böbrekteki taşı çıkarmadan olmaz, çok büyümüş, ilaçla düşecek gibi değil, demiş, Avni de çoluk çocuğuyla helalleşip bıçağın altına yatmış. Beş altı ay rahat etmiş ama, hastalık bu sefer öteki böbrekte tepmiş. Yeniden röntgen yaptırınca, sağ böbrekte hem de iki taş birden görmüşler. Artık Kayseri doktorlarına inanamaz olmuş, İstanbul’a gelmiş.
-Bakalım şunların hocaları ne biçim imiş? Kayseri’nin operatörü kötü değildi ama, işini sıkı tutsa öbür böbrekte yeniden tepmezdi. Demek hastalığın kökünü bulup çıkaramamış. Perhiz et diye tutturdu. Yemeden, içmeden vazgeçecek olduktan sonra karnımı deştirir miydim? Ağzına et koymayacaksın, dedi. Et girmeyen yemekte tat olur mu? Uzatmayalım, bizim hükümet doktoru buradaki hocasına mektup verdi, git kendini göster, lüzum ise o seni ameliyat da eder, hastalığı kökünden alır, dedi. Biz de evimizin nafakasını kestik, buraya geldik. Ne yaparsın, can her şeyden üstün. Bu gideceğim doktor da profesörmüş.-
Deminden beri karşısındakinin sözlerini, -Bilirim bunların hepsini- demek isteyen bir gülümseme ile dinleyen değirmi sakallı, profesör kelimesini duyunca adeta hiddetlenmiş gibi kaşlarını çattı.
-Adı neymiş o profesörün?- diye sertçe sordu.
-Dirim Yurdu’nun sahibi Osman Bey.-
Öteki korkunç bir şey görüyormuş gibi gözleri büyümüş, yerinden fırladı:
-Tatlı canına acıman yok mu senin?- diye bağırmaya başladı. -Kim verdi sana o kasabın adını. Herhalde ortak olmalılar. Yanımda adını anma, içim fena oluyor. Daha bir buçuk ay önce aslanlar gibi kardeşimi öldürdü. Bıçağının altına yatanın sağ kalktığı görülmüş mü? Üstelik de soyguncunun başta gideni. Bin liranın yüzünü görmeden kan çıbanı bile deşmiyor.-
Avni onun sözünü kesecek oldu:
-Bizde o kadar para ne gezer, devletin hastanesine gideceğim, bu profesörün asıl vazifesi oradaymış.-
Öteki, cahil, tecrübesiz bir çocuğu düşüncesizce atacağı adımdan alıkoymak isteyen şefkatli bir baba gibi biraz üzüntülü, biraz hükmedici bir tavırla Avni’nin yanına sokuldu:
-Daha beter ya- dedi, -adamın iflahı işte o hastane dediğin yerde kesilir. Belli, senin bu doktor milletinden habarın yok… Aslan kardeşim, orada hastaya bakmazlar, acamı doktorlara ders gösterirler. Ellerine bir düştün mü yakanı kurtarabilirsen aşkolsun. Kesip biçecek insan lazım onlara… Adamın karnını bir yardılar mı, yandı fıkara gayrı… Hasta olan yerini de deşerler, hasta olmayan yerini de… Oranın usulü öyle… Yeni yetişen doktorlar bakacaklar, afat olan yer ile sağlam yeri ayırt etmesini öğrenecekler. O profesör dediğin, hastaya elini bile değmez, başına kum gibi üşüşen parmak kadar oğlanlara, kızlara: -Kes şurayı, kes burayı!- der, o zibidiler de çalarlar bıçağı. Allah yardımcın olsun. Dedim ya, sana o mektubu veren doktor dostun değil imiş. Hadi, diyelim o eloğlu, senin kendi canına acıman da yok mu?-
Avni Akbulut dili tutulmuş gibi karşısındakinin yüzüne baktı kaldı. Birkaç kere yutkundu, fakat müthiş bir korku, gurbet ellerde çoluğun çocuğun bıçağıyla doğranmak korkusu, bütün vücudunu bir ter ve titreme halinde sarmıştı. Boğazından ses çıkınıyordu. Değirmi sakallı yatak komşusu elini yavaşça omuzuna koyarak:
-Üzülme canım- dedi, -ama üzülme demek de boş laf, can pazarı bu. Velakin her şeyin çaresi bulunur. Doktorun da helal süt emmişi vardır elbette… Dedim ya, çok gezdik, dolaştık, çok masarif ettik ama, şu doktorların iyisini, kötüsünü bilir olduk.-
Bir parça kendini toparlamaya çalışan Avni, acele bir yardım bekler gibi iki elini birden uzatarak:
-Kurbanın olayım, bildiğin bir insaniyetli doktor var mı? Hani şu böbrek işinden de anlayan bir doktor…-
Öteki, merhametli bir gülümseme ile başını sallayarak cevap verdi:
-Üzülme dedim ya! Müslümanın Müslümana yardım etmek borcu. Bu hasta halinde İstanbul gibi yere derman aramaya gelmişsin, seni yüzüstü bırakmak hemşeriliğe sığar mı? Bak dinle beni: Şu koskoca şehirde bir tane esaslı doktor gördüm, o da Sağlık Yurdu’nun sahibi İrfan Bey. Bıçağının dokunduğu yerde illet kalmıyor. Eli pek hafif. Dört yerinden karnını deştiği adamlar bir hafta sonra Haydarpaşa’ya, trene yürüye yürüye gidiyorlar. Hele böbrek, ciğer, yürek ameliyatında Avrupa’da bile üstüne yok diyorlar. Bir muayenehanesi var, içindeki aletleri İstanbul’un bir hastanesinde göremezsin, Alamanya’dan hususi gelmiş. O röntgenler, o aynalar, o camekan içindeki pırıl pırıl gümüş makaslar, bıçaklar, o süt gibi beyaz ameliyat masaları, canım, anlatmakla tükenecek gibi değil ki… Hastanesi deniz kenarında, padişah saraylarının bitişiğinde. Yatağından başını kaldırıp baksan selatin (sultan’ın çoğulu. Sultanlarca yaptırılmış camiler için kullanılıyor) camilerinden yedisini birden görürsün, limana giren bütün ecnebi vapurları ayağının altında.
Dedim ya, tarifi mümkünsüz.-
Avni Akbulut önce can kulağıyla dinlerken sonlara doğru mahzun bir tavırla başını sallamaya başlamıştı; karşısındaki belki de bunu fark ederek susunca, ümitsiz bir sesle mırıldandı: -Oraların fiyatı da ona göredir. Böyle lüküs yerler bizim için değil!-
Sağlık Yurdu ile sahibini fazlaca övdüğünü anlayan adam, üst dudağından ön dişleri dökülmüş ağzına doğru uzanan kır bıyıklarını sağa sola sıvazladı, külrengi gözlerini bir an küçültüp düşündükten sonra:
-Yok canım- dedi, -sana söyledim ya, helal süt emmiş adam! Ondaki insaniyeti kimsede bulamazsın. Halden anlar, paran çıkışmazsa derdini ameliyatsız da sağaltır. Bir de tatlı konuşmaları var, hani insanın illetini diliyle çekip alıyor desem hilafsız…-
Avni şüphe ile başını salladı:
-Benim derdim öyle tatlı dil ile ameliyatsız iyi olacak soyundan değil, bir böbrekte iki taş bu, bıçağı yimeden çıkar mı?-
Öteki güldü:
-Tabii çıkar. İlaçla eritiverince aşağıdan dökülür gider. Bu doktorda öyle ilaçlar var ki, İstanbul’un bir hastanesinde bulamazsın, Alamanya’dan hususi gelmiş!-
Avni hala tereddüt eder gibiydi, fakat öteki durmadan doktorların vicdansızlığını, bunlar arasında operatör İrfan’ın nasıl bir inci olduğunu, -Allah doktorları günahkar kullarını cezalandırmaya yollamış, ama günahsız kullarını da yüzüstü komamış!- diyerek anlattı. -Tatlı canına acıman yok mu senin?- diye boyuna tekrarladı. Ertesi gün işini gücünü bırakıp onunla birlikte bu -Helal süt emmiş- adama gitmeye de razı oldu. Gündüzki uykusuna rağmen hala yol yorgunluğunu atamamış ve bu heyecanlı konuşmadan büsbütün harap düşmüş olan hasta, -Hayırlısı neyse o olsun- diyerek yatağına uzandı, sabaha kadar inleyip oflayarak, hatta bazan birdenbire gelen keskin sancıların tesiriyle bağırıp yerinden fırlayarak döndü, durdu.
Kuşluk vaktine doğru beraberce yola düzülüp operatör İrfan’ın muayenehanesine gittiler. Bu doktorun resmi işi olmadığı için öğleden önceleri de yerinde bulunuyordu. Değirmi sakallı hayır sahibi: -Yanında kaç paran var? Malum ya, yorganına göre ayağını uzat demişler. Paramız belli olunca tedaviyi, ilacı da ona göre tutarız, işin fantaziyesine kaçmayız.-
Avni Akbulut bir taraftan: -Hastalığın ve tedavinin fantaziyesi nasıl oluyor acaba?- diye düşünürken, bir taraftan da cebindeki paranın hesabını yaptı. Öyle göründüğü kadar da meteliksiz değildi. Nüfus memurluğunu bıraktıktan sonra elindeki bir bağ, bir de elma bahçesi ile gül gibi geçiniyor, ikisi de evli olan büyük oğullarının yardımı ile küçük oğlu Süleyman’ı ve bir tanecik kızı Feride’yi ortaokula gönderiyordu. Hastalığı için Niğde ve Kayseri’de ettiği masrafların topu yüz lirayı bulmazdı. Ama şimdi İstanbul’a bu derdi kökünden aldırmak için gelirken ihtiyatlı davranmış, yol parasından ayrı cebine altı yüz liracık koymuştu. Yanındakine:
-Yüz elli liram var, yol parası ile otel parası da içinde!- dedi.
Öteki birdenbire olduğu yerde, sokağın ortasında durdu: -Ciddi mi söylüyorsun?- dedi. -Bu para ile İstanbul’da yarana pansuman bile yapmazlar. Gittiğimiz doktor ne kadar da gözü tok olsa, gene masarifini alacak, çoluğu çocuğu bu yüzden ekmek yiyor, keseden veremez ya! O röntgen makinesi adamın içini dışını göstermek için ne kadar elektrik yakıyor, biliyor musun? Üstelik film de bulunmuyor. Ben rahmetli kardeşim için ne kadar aradım. Karaborsadan ateş pahasına alacaksın. Vazgeçelim bu işten de sen yol paranı yimeden Niğde’ye dön.-
İşin şakaya gelmeyeceğini anlayan Avni:
-Yok canım- dedi, -tanıdık hemşerilerden beş on kuruş daha buluruz. Şu dertten bir kurtulalım da…-
Doktor onları pek bekletmeden kabul etti. Muayenehanesi sahiden pırıl pırıl aletlerle doluydu. Avni artık alıştığı, fakat bir türlü sevemediği o acayip ilaç kokusunu yine duyunca hemen orada bıçak altına yatırmışlar gibi titremeye başladı. İçinden: -Gene düştük bu lanetlerin eline- diye söyleniyor, bu andan itibaren artık hiçbir şeyin kendi elinde olmadığını, onlar ne derse itiraz etmeden yapmaya mecbur kalacağını biliyordu.
Kendisini beyaz örtülü, yüksekçe bir sedire yatırıp karnını iteleyen adama baktı: Bu kısa, kalın, yassı biriydi. Her an bir kalp durmasından ölüverecekmiş hissini veren kırmızı, şişkin, iri mesameli yüzü yağlı gibi parlıyordu. Dehşetli canı sıkılmış gibi bir hali vardı. Hastanın karnını, göğsünü, sırtını, ağzını, burnunu muayene ettikten ve Kayseri’de çekilen röntgen filmlerini gözden geçirdikten sonra:
-Sizi kliniğe kaldırıp müşahede altına alalım, icap ederse ameliyat ederiz. Bünyenizin böbrekte taş yapmak temayülü var. Sıkı rejim, kuvvetli ilaçlar lazım- dedi.
Değirmi sakallı Borlu: -Müsaade buyur!- diye doktoru bir kenara çekerek, Avni’nin de duyabileceği bir sesle, hastanın bu masarifi kaldıramayacağını, kendisini sıkıca bir muayeneden geçirip Almanya’dan gelen ilaçlarla derdine derman olmasını rica ettiğini söyledi. Avni söze karışıp: -Bilmem olur mu ki? Bana Kayseri’de bu taşlar ameliyatsız düşmez dedilerdi- diyecek oldu, fakat doktorun sert bir el hareketi onu susturdu: -Düşmez ne demek? Taşın cinsine bağlı. İlaçla eriyen taş var, erimeyen var. Önce iyi bir tahlil yaptırıp bunu anlamalı, bünyenin hususiyetlerini her bakımdan incelemeli, tedaviyi buna göre tayin etmeli. Operatif müdahale en sonra düşünülecek şeydir. Öyle her karnı ağrıyana ameliyat diyen doktorlara pek güvenme. Bugün tababetin esası kimyadır. Cerrahlık yavaş yavaş maziye karışacak.-
Bu ilmi mülahazaları pek iyi kavrayamayan ve doktorun yüzündeki can sıkıntısı ifadesinin artmakta olduğunu fark eden Avni: -Siz nasıl münasip görürseniz öyle yapalım, doktor!- diyerek razı oldu.
Bundan sonra yirmi gün kadar süren muayene ve tedavisinde Borlu hemşerisi Avni’yi hemen hiç yalnız bırakmadı.
Elinden gelen her yardımı, her kolaylığı gösterdi. Ara sıra işlerinin yüzüstü kaldığından bahsetse bile, Avni’nin: -Siz artık zahmet etmeyin, ben kendim gider gelirim- yollu tekliflerini asla kabul etmiyor, onunla birlikte karaborsada röntgen filmi arıyor, bulunca pazarlığını kendisi ediveriyor, Avni’nin bünyesini iyice anlamak için her birine birkaç defa gittikleri bakteriyologlar, dahiliyeciler, mide mütehassısları, asabiyeciler, kalpçiler, gözcüler, kulakçılarla o konuşuyor, çeşit çeşidi yapılan kan ve idrar tahlilleri için çeşit çeşit laboratuvarlara girip çıkıyor, raporları okuyup, tecrübelerine dayanarak izah ediyor, nihayet doktor İrfan’ın reçetelerinde yazılı olup piyasadan kalkmış bulunan şifalı Alaman ilaçlarının el altından satıldığı yerleri o meydana çıkarıyor ve biraz pahalı da olsa, elde edilmesini sağlıyordu.
Bu gidip gelmeler üç hafta kadar sürdükten ve Avni Akbulut, hemşerilerden tedarik ettim diye diye cebindeki paranın dört yüz liradan fazlasını doktor vizitelerine, tahlillere, filmlere ve ilaçlara yatırdıktan sonra, bir gün Borlu hayır sahibi ortadan kayboldu. Otel katibine sorunca, -Nüfus kağıdını alıp gitti- yollu kısa bir cevapla karşılaştı. Bir on lirayı daha gözden çıkarıp tekrar başvurduğu doktor İrfan, yüzünde o korkunç can sıkıntısı ifadesiyle, ilaçlara devam etmesini ve birkaç ay sonra bir daha gelmesini söyledi.
Nasıl bir tuzağa düştüğünü yavaş yavaş anlayan Avni, büsbütün halsiz ve perişan, yatağına uzanıp düşüncelere daldı: -Ülen Allahın sersem kulu, nasıl oldu da basiretin bağlandı? Borlunun kır sakalına mı kandın, tatlı diline mi? Sen böyle dolaplara girecek adam mıydın! Gelgelelim şu kör olası hastalık insana göz açtırmıyor. Aman anam, bu sancılar böyle gelip, gittikçe karşıma Azrail çıksa medet ya melaike deyip eline sarılacağım. İlaçların da bir faydasını görmedik! İnsaniyetine kurban olduğum doktorun bir kere yüzünün güldüğüne rastlamadım. Ne gidersin bilmediğin adama? Niğde doktorunun verdiği mektubu nerelere tıktık acaba? Koskoca profesörü bırakıp soyguncuların elinde kaz gibi yolundun, Avni Akbulut, senin ettiğini parmak kadar çocuklar etmez.-
İnleye inleye karyoladan inip bavulunu karıştırdı, ikiye katlanmış mektubunu bulunca cebine yerleştirdi. Sonra iskemlenin kenarına ilişerek komodinin mermerinde parasını hesapladı: Oda kirasını haftadan haftaya ödemiş, perhiz yemekleri pişirttiği şişman hizmetçiye masrafları günü gününe vermişti. Şimdi yanında, yol parası içinde, yüz yirmi beş lirası vardı. Böbreğinde iki taş ile, kolunu sallaya sallaya Niğde’ye dönmeli miydi, yoksa şu profesörü bir denemek daha mı akıl karı idi? Borlunun hastaneler için söylediklerini şimdi şüphe ile karşılıyor, -Devletin hastanesinde adamı çoluğa çocuğa doğratırlar mı? Attı köpoğlu köpek!- diye kendine cesaret veriyordu.
Hemen ertesi gün hastanenin yolunu tuttu. Elindeki mektubu önce kapıcıya, sonra koridorlarda rastladığı, doktor mudur, hademe mi belli olmayan beyaz gömlekli birkaç kişiye gösterdi. Nihayet -Bevliye- kliniğinin önünde sıra bekleyenlerin arasına karıştı. Etrafında şehirli, köylü; kadın, erkek; yaşlı, genç birçok insanlar; ellerinde birer kağıtla başka servislerden gönderilmiş dar ve kısa pijamalı hastalar; koridorun bir başından öbür başına apış apış gidip gelen delikanlılar vardı. Öğleye kadar bir kenarda durdu. Doktoru yalnız görüp mektubu vermek istediği için ortalığın tenhalaşmasını beklemeyi muvafık bulmuştu. Kapının önündekileri teker teker içeri bırakan hademeye birkaç kere sokulup, doktorun yanı kalabalık mı diye soracak oldu, fakat öteki cevap olarak: -Numara aldın mı?- deyince elindeki mektubu gösterdi, -Hususi konuşacağım!- dedi. Hademe, Avni Akbulut’un bütün ümidini bağladığı mektuba bir göz bile atmadan eliyle kenara itti:
-Bekle öyleyse, çıkarken yanına sokulabilirsen verirsin!-
Orada durdukça bazı beyaz gömlekli asistan ve doktorların, sıraya filan bakmadan, hastalardan tanıdıkları herhangi birini arkasına takıp içeri soktuklarını gören Avni, açıkgözlük ederek bunlardan birinin peşine takıldı. İçerde on beş, yirmi kadar delikanlı ile iki kız vardı. İkisi de gözlüklü ve kısa boylu olan kızlar, orta yerde bir hastayı muayene eden, küçücük, sıska, buruşuk yüzlü, kır bıyıklı bir adamın etrafında dönüp ağzının içine bakıyorlar, delikanlılar kendi aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Profesör olduğu anlaşılan ortadaki sıska adam, camları parladığı için gözlerini göstermeyen kocaman gözlüklerini bu gençlere dikerek:
-Bakınız hanımlar…- diyordu. -Zahmet olmazsa siz de bakınız efendiler… Bu hasta bayan, bir müddet evvel lohusalık sıralarında… Nasıl efendim? Doğumdan önce mi başlamıştı?…
Evet efendim, şu halde hamileliğin sonlarına doğru, oldukça ağır bir eklampsi, yani havale geçirmiştir. Bu hastalığın böbreklerdeki komplikasyonlarını biliyorsunuz. Yani böbrek ensüfisyansı… Yani ademi kifayesi… Evet efendim… Ama aradan bu kadar aylar geçtikten sonra… Nasıl efendim? Üç hafta mı? Evet, üç hafta geçtikten sonra bu şekilde egü bir üremi halinde tezahürü tıp literatüründe pek ender görülür. İnzarı ekseriyetle vahimdir. Nasıl efendim? Zevci misiniz efendim? Merak etmeyiniz, geçecek efendim. Hastayı kaldırsınlar.-
İki hademe, yukardaki nisaiye koğuşundan sedye ile indirdikleri hasta kadını tekrar alıp götürdüler. Kocası asistanlara ve talebeye sokularak, -inzarı vahim- tabirinin ne demek olduğunu öğrenmeye çalışıyor, fakat hepsinden kaçamaklı cevaplar alınca telaşı büsbütün artıyordu. Nihayet profesöre başvurdu.
-Ölecek mi!-
Öteki, gözlüklerinin arkasında kaybolan gözlerini karşısındakine dikerek yumuşak bir sesle:
-Biz doktorlar hiçbir hastadan ümidi kesmeyiz efendim!- dedi.
Hasta kadının kocası, bu cevabın derinliğini kavramak istiyormuş gibi düşünceli ve şaşkın, dışarı çıktı.
Profesörün gözleri bu anda önünde beliriveren Avni Akbulut’a ilişince, bir şeye hayret ediyormuş gibi kaşları yukarı kalktı, alnı buruştu, o yumuşak, fakat her şeyden uzak sesiyle sordu:
-Sizin neyiniz var efendim?-
Avni bir şey söylemeden Niğde hükümet doktorunun
mektubunu uzattı. Profesör, hep kaşları kalkık ve alnı kırışık zarfı açtı ve içindeki kağıda şöyle bir göz gezdirdi. Altındaki imzayı hatırlamak ister gibi biraz düşündü, sonra başını salladı ve Avni’ye dönerek:
-Peki ne istiyorsunuz?- dedi.
Hasta hemen derdini anlatmaya başladı. Cebinden raporları, tahlil neticelerini, koltuğunun altından, sayısı onu geçen röntgen filmlerini çıkardı. İlk defa nasıl ameliyat olduğunu, sonra hastalığın nasıl yeniden teptiğini saydı döktü.
Bu sırada doktor muslukta ellerini yıkıyor, ispirto ile ovuşturuyor, beyaz bir havluya kuruluyordu. Onun kendisini pek can kulağıyla dinlemediğini fark eden Avni, şimdi asistanlara, talebelere dönmüş, hikayesine devam ediyordu. Sözünü tamamladığı zaman doktor da gömleğini çıkarmış, beyaz sadakor ceketini giymişti. Başasistana dönerek sordu:
-Neymiş?-
Öteki, birkaç doktorca kelime mırıldandı ve filmlerden birini uzattı. Profesör az önce yıkadığı ellerini kirletmemek için filme dokunmadı, asistanına tutturarak gözlerini büzdü ve dikkatle baktı. Sonra Avni’ye döndü:
-Böbreğinizde taş var.-
-Biliyorum efendim.-
-Aldırmanız lazım.-
-Baş üstüne efendim.-
-Ama hemen ameliyat olmalısınız. Her geçen gün sizin için tehlikelidir.-
-Hemen olsun efendim. Emredin bugünden yatayım.-
Profesör, karşısındakinin ne demek istediğini ilk anda anlayamamış gibi başını arkaya atarak bir an düşündü, sonra başasistana dönerek:
-Bizim serviste boş yatağımız var mı?- diye sordu.
-Hiç yok efendim.-
Avni atıldı:
-Birkaç gün beklerim, belki o zamana kadar boşalır.-
Asistan cevap verdi:
-Zannetmiyorum, yakında çıkacak hastamız yok. Sonra birçok da sıra bekleyen var.-
Profesör kapıya doğru yürüyerek ilave etti:
-Siz bilirsiniz, fakat hastalığınızın beklemeye tahammülü yok. Hemen bir hastaneye yatıp taşları aldırmalısınız.- Bunları söylerken kapıdan çıkmıştı, Avni’nin cevabını beklemeden koridorda hızla yürüdü gitti. Talebelerle asistanlar da arkasından odayı boşalttılar. Avni elinde raporları, filmleri ile orta yerde kalıverdi. Bu sırada içeri gelip ortalığı düzeltmeye koyulan o kapıdaki hademe, onun hala odada dikildiğini görünce: -Ne bekliyorsun?- diye sordu. Avni dertleşecek kafa dengi birini bulmuş gibi ona Kayseri’den başlayarak böbreğinin hikayesini anlatmaya kalkınca, hademe eliyle sözünü kesti:
-Doktor Osman Bey’in burada bunları dinleyecek vakti yok. Görmedin mi, işi başından aşkın. Burası fakir fukara yeri. Sen efendi adamsın, git derdini muayenehanesinde anlat. Dirim Yurdu’nun sahibidir, saat dörtten sonra hep orada bulunur. Al istersen adresini vereyim.-
Gömleğinin cebinden çıkardığı irice bir kartı hastanın eline tutuşturdu, işine koyuldu. Kafasının içinde hep o acayip, bütün iradesini elinden alan ilaç kokusuyla hastaneden ayrılan Avni, ağır ağır yürüyerek otele geldi, perhiz yemeğini bile yiyemeyerek sadece bir çay içti ve bir saat kadar dinlendikten sonra, hemen kapının önünde duran tramvaylardan birine atlayarak Dirim Yurdu’nun yolunu tuttu.
Profesör Osman, onu hastanedekinin tersine büyük bir alaka ile muayene etti, hatta tatlı dilini Borlu o kadar övdüğü halde suratı hep canı sıkılmış gibi duran doktor İrfan’ın aksine doktor Osman sahiden tatlı dilli, güler yüzlü idi. Bütün filmleri, raporları teker teker gözden geçirdi, birçok şeyler sorup soruşturdu, nihayet, aralarında tam bir itimat bağı kurulduğuna kanaat getirince, ellerini Avni’nin omuzlarına dayayarak:
-Bak kardeşim- dedi, -sana hastalığının mahiyetini iyice anlattım, cahil bir insan değilsin, hayatını, aileni düşünmeye mecbursun, kararını ver. Tek çare ameliyattır. Taşı çıkarırız, birkaç ay da sıkı perhiz eder, vereceğim ilaçları alırsın, Allahın izniyle bir şeyciğin kalmaz.-
-Hastanede de söyledim ya doktor, emrin ne ise öyle ederim. Beni hastaneye yatırıver.-
-Fakülte hastanesine yatıramam; hem yer yok, hem de hastalığın öyle fevkaladeden yatırılmanı icap ettirecek mahiyette bir şey değil. Basit bir böbrek taşı. Yer açılmasını beklemek ister de sıraya girersen aylar sürer, halbuki hastalığının buna tahammülü yok. Bak düşün, taşın. İstersen benim kliniğe yatırayım, ama şenin için biraz masraflı olur.-
Avni, doktorun gözlüklerinin içine bakarak:
-Yani ne kadar olur doktor bey?- dedi. Burnunu, kafasını yine o uğursuz ilaç kokusu dolduruvermişti. Gözleri kararıyordu. Doktorun zayıf yüzünün hafif bir gülümseme ile buruştuğunu hayal meyal fark etti ve uğuldayan kulakları onun yumuşak, cana yakın sesini uzaklardan gelir gibi işitti:
-Yatak parası ve ameliyat için bin lirayı göze almalısın.-
Avni’nin kafasını saran bulut bir an için açılır gibi oldu. Boğuk bir sesle:
-Aman doktor!- dedi. Profesör hep o tatlı gülümsemesiyle sözünü kesti:
-Söyledim ya, biraz masraflı olur. İstersen tekrar Kayseri Hastanesi’ne başvur. Ama vilayet hastaneleri ve doktorları… Sen daha iyi bilirsin ya, başından geçti…-
-İyi ama doktor, bin liranın yolu nerde?-
Öteki bütün yüzünü kaplayan tatlı bir gülüşle:
-Bunu bana mı soruyorsun? Bilsem vallahi söylerdim- dedi. Şakaya katılacak halde olmayan Avni eliyle kulağının arkasını kaşıyarak kendi kendine mırıldandı: -Çoluk çocuğa yazıp bağla bahçeden birini sattırmalı mıydı? Can her şeyden üstün.- Sonra doktora döndü: -Bana biraz ikram edemez misin, bak sana talebenden mektup da getirdim.-
-Ha, kim o çocuk? İsmi yabancı değil ama, bir türlü hatırlayamadım. Neyse, şimdi seninle bakkal pazarlığı yapacak değiliz; dedim ya, düşün taşın, kararını ver. Ben her gün öğleden sonra burdayım.-
İlaç kokusu; yorgunluk, açlık, geceleri sancılar yüzünden uyuyamamak hastayı öyle bir hale getirmişti ki, kafasında şu anda: -Ne olacaksa hemen olsun- düşüncesinden başka bir şey yoktu. Tekrar doktor doktor dolaşmak, röntgenlerde soyunmak, iğnelerle kan aldırmak, şişelere işemek, bekleme odalarında saatlerce, günlerce pineklemek, artık bunların hiçbirine dayanamayacaktı. Sönük gözlerini ağır ağır Profesör Osman’a çevirerek: -Niğde’ye mektup yazalım da bizim elma bahçesini satsınlar bakalım. Şimdi mahsul mevsimidir, herhalde para eder- dedi. -İstersen bir telgraf yaz, ben hemen gönderteyim. Sen de git, otelden eşyalarını al, buraya naklet. Para gelir gelmez ameliyatı yaparız.-
Bu işler o gün tamamlandı. Avni, hastane için hususi satın aldığı mavi yollu tisör pijama ile beyaz karyolasının kenarına oturarak Niğde’den para gözledi. Her geçen gün hesabını hiç yoktan on beş lira artırıyor ve hasta bazan: -Bu mevsimde bir bahçe satmak bu kadar sürdürülür mü? Kendi soyumuzda bile halden anlayan olmadıktan sonra…- diye söylenerek Niğdedekilere kızıyor, bazan da: -Ne diye para gelesiye kadar otelde kalmadım da doktorun sözüne uyup buraya taşındım ki? Otelin gecesi bir buçuk lira idi. Bu hastalık bende akıl komamış, belli- diye kendi kendine içerliyordu. Kliniğe yattığının on birinci günü telgraf havalesiyle bin iki yüz lira geldi, hemen ertesi gün, ikindi vaktine doğru, ameliyat masasına yattı.
Henüz narkozun tesiriyle sersem bir halde gözlerini aralayınca ilk gördüğü şey doktor Osman’ın gülümseyen yüzü oldu.
-Nasılsınız? İyisiniz ya!- diyordu, -On beş güne varmaz kalkarsınız. Çıkardığım taşı görmek ister misin? Fındık kadar… Bak!-
Avni daha iyice açamadığı dumanlı gözleriyle doktorun elindeki yuvarlak şeye baktı, sonra biraz geride duran asistanla hemşireyi de süzerek güçlükle mırıldandı:
-Teşekkür ederim doktor… Öbür taş da böyle kocaman mı?-
Profesör Osman karşısındakinin ne dediğini anlamayarak iri camlı gözlüklerini arkasındakilere çevirdi. Genç asistan yatağa yaklaştı:
-Hangi taş?-
O zaman hastanın gözleri büyük bir korkuyla açıldı, karşısındaki üç beyaz gömlekliyi birer birer dolaştı, hırıltılı bir sesle sordu:
-İki taş olacaktı, doktor! Ocağına düştüm, birini içerde mi kodun yoksa?-
-Kim söyledi iki taş diye?-
-Kayseri de söylediler. Röntgen öyle gösteriyormuş.-
Profesör ve asistanı filmlerin bulunduğu zarfı açtılar, pencerenin yanına gidip uzun uzun baktılar; biri baktıktan sonra elindekini ötekine veriyor, yeni aldığını gözden geçiriyordu. Odada çıt yoktu. Ara sıra iki doktor birbirlerine filmde bir şey gösteriyorlar, fakat tek söz söylemiyorlar. Nihayet Profesör Osman hastaya yaklaştı:
-Zannetmiyorum!- dedi, -Gerçi filmin orası biraz bulanık ama, Kayseri Hastanesi’nin röntgenine pek güvenilmez, bu taşın gölgesi düşmüş olacak. Belki sen de film çekilirken biraz kımıldadın… Ben böbrekte başka bir taşa rastlamadım. Hiç merak etme.-
Bundan sonraki günler, hatta haftalar, hatta aylar Avni Akbulut için yarı rüya halinde geçtiler. Sanki ameliyat gününde yapılan narkozdan hala kurtulamamıştı. Doktorlar o gün filmleri alıp götürmüşler ve bir daha ortaya çıkarmamışlardı. Her gün birkaç kere yanına geliyorlar, -Nasılsın? Bir şikayetin var mı?- diye soruyorlar, bazan hemşire pansuman yaparken bulunuyorlar, fakat ikinci taş meselesini hiç açmıyorlardı. Bu halde bir ay kadar yattıktan sonra, –dikişler alınalı daha sekiz gün olmuştu– Avni de tekrar sancılar başladı. Yeniden röntgenler, idrar tahlilleri, konsültasyonlar yapıldı. Profesör: -Senin bünyen taş yapmaya çok müsait, böbrekte gene kilsi bir teşekkül ihtimali var. Esaslı bir müdahale daha icap edecek galiba!- dedi. Niğde’ye tekrar acele telgraflar çekildi, satılan bağın parası bu sefer yirmi günde geldi. İkinci ameliyat için Avni’yi masaya yatırdıkları zaman, eski nüfus memuru bir deri bir kemik kalmıştı. Gözleri bir şey seçemiyor, kulakları uğulduyor, sesi fısıltı halinde çıkıyordu. Yüzüne maskeyi koydukları zaman bu uykudan bir daha uyanamayacağını sanıyor, ama buna o kadar üzülmüyordu.
Ameliyat bir saate yakın sürdü. Doktor hem yarayı kesiyor, derinlere gidiyor, hemşirenin uzattığı makası, bıçağı, pensi alıyor, eğiliyor, doğruluyor, hem de bu aralık asistanıyla konuşuyordu: -Bizim şu Ada’daki köşkün banyosuna ne renk fayans koydurayım, bir türlü karar veremedim. Mavi kasvetli olacak, pembe de yatak odasına uymuyor… En güzeli filizi ama, piyasada iyisi yok. Ne halt etmeli bilmem!-
Nihayet böbrekten leblebi kadar bir taş daha çıktı, fakat iki ay gibi kısa bir zamanda iki defa üst üste bıçak yiyen bu ufacık et parçası da artık canından bezmiş gibiydi: Taşı aldıkları yerde beliren ince bir kan sızıntısı bir türlü durmuyordu. Profesör Osman: -Ne yapacağız?- der gibi gözlüklerini asistanıyla hemşireye çevirdi. Beş dakikadan fazla beklediler, kan ne azalıyor ne çoğalıyor, hep aynı şekilde, hafif hafif sızıyordu. Hastanın zayıf vücudunda kımıldamalar başlamıştı. Birkaç dakika daha beklediler. Böbreği böyle kanar halde bırakarak yarayı kapamak, hastanın yüzde yüz ölümü demekti. Profesör, asistanıyla birkaç kelime konuştuktan sonra tekrar makaslarını, bıçaklarını, eline aldı, böbreği etrafına bağlayan çeşit çeşit etleri, sinirleri kesti, inceli kalınlı damarları düğümledi, bir anda pörsümüş gibi gevşeyen bu morumsu et parçasını beyaz bir küvetin içine bıraktı, sonra yorgun bir sesle asistanına yarayı kapatıp dikmesini söyledi, alnında beliren terleri gömleğinin koluna silerek musluğa, ellerini yıkamaya gitti.
Avni Akbulut yatağında kendine gelip, ölmediğini, yalnız böbreğinin çıkarıldığını, artık bir tek, o da ameliyatlı böbrekle kaldığını öğrenince pek şaşırmadı, başını öte tarafa çevirip gözlerini kapadı. Haftalarca bu halde yattı. Artık iki günde bir uğrayan doktora, her gün pansumana gelen asistana da bir şey söylemiyor, bir şey sormuyordu. Yalnız günün birinde Profesör Osman yatağının kenarına oturup yalancıktan gülmeye çalışan bir yüzle, artık hastalığının tamamen iyi olmuş sayılabileceğini, tek böbrekle kalmanın öyle pek korkulacak bir şey olmadığını, çünkü insan bünyesinin böyle hallerde bütün dikkatini, bütün gayretini öteki böbreğe vererek onu adamakıllı kuvvetlendirdiğini ve artık Avni için Niğde’ye dönüp istirahat etmekten ve hala akmakta olan yarasını haftada iki defa doktora, hatta bir sıhhat memuruna pansuman ettirmekten başka bir iş kalmadığını söyleyince, hasta o fersiz gözlerini karşısındakinin yüzüne dikti, ağır ağır, fakat sarsılmaz bir sesle:
-Yok doktor- dedi, -beni bu halimle sokağa atamazsın. Gayrı sattırıp parasını getirtecek bağ, bahçe kalmadı ama, gene de beni bu halimde sokağa atamazsın. Ben bu halimde memlekete dönecek olursam, bana sokaktaki itler bile güler. Ya bu yara kapanır, dermanım yerine gelir, yürüye yürüye trene giderim, ya bu karyolada ölürüm. Çoluğun çocuğun başına bela olmam. Kolumdan tutup atsan bile kapının önünden bir adım gitmem, geleni geçeni başıma toplarım. İşte, kendin düşün artık.- Bu sözlerden sonra hastanın gözlerini kapayıp başını öteye çevirdiğini gören doktor, sesini çıkarmadan odadan çıktı, gitti. Avni bir hafta kadar bekledi, her kapı açılışında yüreği oynuyor, -Acaba sokağa atarlar mı ki? Bu halde Niğde’ye, çoluğun çocuğun yanına nasıl varırım?- diye düşünüyor, pansumana gelen asistanla hemşirenin yüzlerine dikkat ve korkuyla bakıyordu. Ama onların kendisine karşı muameleleri değişmemişti. Hep aynı nazik dalgınlıkla sargılarını çözüyorlar, -Nasılsınız?- diye sorduktan sonra hep aynı şekilde, cevap beklemeden birbirleriyle konuşuyor ve odadan çıkıyorlardı…
Bir gün Profesör Osman, o zorla gülen yüzüyle odaya girdi. Hemşireyle asistan da arkasındaydı. Kırışık alnını yatağa doğru eğerek hastayı sıkı bir muayeneden geçirdi, birçok şeyler sordu, hala kapanmayan yarayı kendi eliyle açtı, tabelayı ve ameliyattan sonra çekilen röntgen filmlerini asistanıyla birlikte bir daha gözden geçirdi, sonra Avni Akbulut’a dönerek: -Hastalığın bu safhası talebe için çok enterasandır, sizi yarın fakülte hastanesine kaldıracağız!- dedi.
Sabahattin Ali
Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman ortalık kararmaya başlamıştı. Güneşin biraz evvel battığı, denizle bulutların birbirine karıştığı yerde katmer katmer turuncu yığınlar, bunun karşısında, Torosların üzerinde ise, karlı tepeleri saran al al tüller vardı. Vapur kısa, kalın bir şeydi. Kıçı pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu. Elli beş yaşındaki makine, kendisiyle aynı yaşta olan tekneyi, sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu.
Yarım asırdan beri fırçalanıp silinmekten yarı yarıya incelmiş ve aralarındaki zifti dökülmüş olan güverte tahtaları, sıcakta yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi, kımıldayıp duruyordu.
Bir saatten beri dümen vardiyası tutan vinççi İsmail, bacakları bir arşın kadar birbirinden ayrı, çıplak ayakları deve tabanı gibi sımsıkı güverteye, elleri dümene, gözleri limana yapışmış, hiç kımıldamadan duruyordu. Görenler onun sanki nefesi kesilmiş bir halde çok mühim bir hadiseyi, mesela karşıda taş evlerinin camları parlayan şehrin bir infilakla uçuvermesini, yahut denizden büyük bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini beklediğini sanırlardı.
Halbuki hiç de böyle büyük şeyler düşündüğü yoktu. O İstanbul’da, Beşiktaş’ın arka mahallelerinden birinde bıraktığı minimini bir şeyi, on beş gün evvel, bu son sefere çıkacakları gün doğan oğlunu düşünüyordu. Ona, geçen sene Şile taraflarından İstanbul’a motörle mangal kömürü getirirken boğulan babası Musa Kaptan’ın adını koymuştu. Şimdi kendi kendine, ağzını kımıldatmadan mırıldanıyordu:
-Musa Denizer!.. Musa Denizer!-
Çocuğunun hem adını, hem soyadını birlikte söyledikçe oğlan gözünde büyüyordu. Limanın önünde yamyassı yatan ve üzerinde harap bir kale bulunan Adacığa yaklaşmışlardı, burada dümeni sancak tarafına kırarken:
-Okutacağım keratanın oğlunu!- diye söylendi.
Kendisi okumamıştı ama, tütünden aldığı karısı -tahsilli- idi. Hem birkaç sene mektebe gitmiş, hem de öteki işçi kızlarla beraber okuyup yazmaya merak sardırmıştı. İsmail her seferden dönüşte bir Köroğlu (Burhan Cahit Morkaya’nın çıkardığı mizah dergisi) alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karısına uzatır, kendisi mindere kurularak, dinlerdi. Karısı Hayriye hiç kekelemeden, hafızlar gibi başını sallayarak, önce resim altlarını, sonra destanları, sonra makaleleri, haberleri, tefrika romanları, acayip, hatta biraz yanık bir makamla okur, bu sırada İsmail de, dudaklarının kenarında müphem bir çizgi, anlasın, anlamasın, arada bir kahkaha atarak dinler, harp vaziyetine ait yerleri tekrarlatır, vapurda güverte yolcularından, yahut izinden dönen neferlerden dinlediği mütalaaları, birbirine karıştırıp anlatır, -gidişat iyi değil gibi Hayriye!- der, susardı. Bu sükut, -Artık yemek yiyelim- manasına idi ve karısı hemen yerinden fırlar, sofrayı hazırlamaya başlardı.
İsmail hiç kımıldamayan gözlerini artık iyice yaklaştıkları limana dikmiş dururken, arkasından ayak sesleri duydu. Kalın, cızırtılı bir ses:
-Ben göremedim yahu!- diyordu. Bu, gemi süvarisi idi.
İkinci kaptanın ince, titrek sesi:
-Dürbünle iyi bakın! Bana var gibi geliyor!- dedi.
İkisi de kumanda köprüsünün ön tarafına geldiler, dürbünlerini gözlerine yerleştirerek limanı ve orada sıra sıra dizili duran kara mavnaları uzun uzadıya araştırdılar. Kısa boylu, kırmızı yüzlü, kır saçlı, küt burunlu biri olan süvari, tam kitapların tarif ettiği bir deniz kurdu idi. Sesi, ayazda kalmış gibi yırtık yırtık çıkıyor, gözlerinin uçlarından yanaklarına doğru yaşlar süzülüyordu. Gözlerinin altı da, içi su dolu kesecikler gibi şişmiş ve yanaklarına doğru sarkmıştı. İkinci kaptan ise inadına uzun, sarı, sıska bir şeydi. Kasketini kulaklarına kadar geçirmiş, şubat ayında buralarda hava pek soğuk olmadığı halde, kaputunun yakasını kaldırmıştı.
Süvari:
-Göremiyorum be!- diye söylendi.
-Biraz daha yaklaşalım, görürsünüz!-
-Biz yaklaştıkça da hava kararıyor…-
Sonra, somurtkan yüzünü hiç değiştirmeden kesik kesik güldü, eliyle ikinci kaptanın böğrünü dürttü:
-Patlama yahu!.. Limana varınca anlarız! Eğer bir şey varsa, acentadan evvel gelirler!..-
Konuşarak İsmail’in önünden uzaklaştılar. Delikanlı arkalarından bir göz attı. -İnşallah aradığınız çıkmaz!- diye söylendi. Bugün bu üçüncü vardiyası idi. Halbuki onun asıl işi vinççilik olduğu için, gemi bir limandan ayrılınca, öteki limana varıncaya kadar başaltı kamarasında yatıp uyumalıydı. Ama bu sefer tayfalardan üçünü birden sıtma tutmuş, kaptan da İskenderun’da başka tayfa almaya lüzum görmemişti. İsmail bunun suçunu süvaride buluyor, -Birazdan demir atınca geç vincin başına, artık gece yarısına kadar mı, sabaha kadar mı, Vira!.. Mayna!.. Vira!.. Mayna!.. Çek Allahın emrini!..- diye homurdanıyordu.
Ortalık adamakıllı kararmış, gemi de limana iyice yanaşmıştı. Rıhtımda tek tük ışıklar yanıyordu. İkinci kaptan tekrar kumanda köprüsünün ön tarafına gelerek demirin başında duran tayfalara emirler verdi. Demirin zinciri, istim seslerine karışan büyük bir gürültü ile, sıçraya sıçraya geminin burnuna doğru gidip, delikten geçerek sulara gömülüyordu.
Vapur makinelerini istop edip olduğu yerde, suların akışına kapılarak ağır ağır dönerken, bir sürü kayık, sanki bir anda peyda oluvermişler gibi, geminin etrafını sardı. Fakat aşağıya uzatılan iskeleye yanaşmıyorlar, biraz açıkta duruyorlardı. Yalnız içinde bir polisle bir sivilin ayakta durduğu Sahil Sıhhiye İdaresi’nin kayığı ile, acentayı getiren kayık, küçücük bayraklarıyla kendilerine bir yol açmışlar, vapura yanaşmışlardı. Hemen bunların arkasından başka bir sandal daha geldi, pek şişman ve kırmızı yüzlü biri acele, fakat alışkın hareketlerle iskelenin iplerine yapıştı, yuvarlanır gibi yukarı çıkmaya başladı. Kasketini gür kaşlarının üstüne eğerek aşağıyı seyreden süvari koluyla ikinciyi dürterek:
-Geldi!- dedi. -Sen burada kal!.. Buraya bırakılacak yirmi beş parça eşya var… Ben salona gidiyorum.-
Birinci mevki kamaraların kırmızı kadifeli küçücük salonu bir sürü insanla dolmuştu. Acenta önündeki dar masaya eğilmiş, yolculara bilet kesiyor, vapurun katibiyle konşimentoları, ordinoları, birtakım başka listeleri elden geçiriyor, kamarota kahve söylüyordu. Vapura herhangi bir iş için gelenler, aradıklarıyla baş başa vermiş, konuşuyorlar; yüzleri yolculuktan kirlenmiş kamara müşterisi şık hanımlarla arsız çocukları etrafa meraklı gözlerle bakıyorlardı.
Salonun daracık kapısında yan dönüp şunu bunu iteleyerek güç halle içeri girebilen şişman, kırmızı yüzlü adam, süvariyi bir köşede yalnız başına oturmuş, pencereden dışarıyı süzer görünce biraz duraladı, demin onu kumanda köprüsünde görmüş, el sallamış, ama öteki görmemezlikten gelmişti. Kendisi daracık yerlerden, yatak denkleri, sandıklar, girip çıkarken bir aralıkta sıkışıp kalan yolcular arasından yol bulup gelinceye kadar, kaptanın salona inip köşeye yerleştiğini görünce: -Tuzağı kurmuş bekliyor, domuz herif!- diye homurdandı; sonra iri dudağını yalayıp ıslattı, yüzüne tatlı bir ifade vererek o tarafa yürüdü:
-Nasılsın Süvari Bey?-
Süvari hiç beklemediği eski bir dostu ile karşılaşmış gibi:
-Ooo!.. Merhaba Osman Yiğit… Ne var, ne yok? Geç otur bakalım!- dedi.
Osman Yiğit kalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş gibi, döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra:
-Ocağına düştük kaptan- diye boşandı, -üç bin sandık portakalım var! Bir haftadır yolunu gözleriz!-
Kaptan altı şiş gözlerini yarı kapayarak salondakileri süzdü, dudaklarının arasından, -İskenderun’da fazla mal çıktı, iki gün bekledik… Ama gemi de yükünü aldı…- dedi.
Karşısındaki, cümlenin son kısmını duymamazlıktan geldi:
-Neyse selametle geldiniz ya!-
-Öyle, inşallah selametle de gideriz!-
-İnşallah, inşallah… Şu bizim üç bin sandığa da…-
Kaptan bu sözleri hiç duymamış gibi:
-Hep de havaleli mallar yükledik… Bakalım İstanbul’u nasıl bulacağız… Denizlerin kötü zamanı…- diye devam etti, sonra, daha ziyade kendi kendine mırıldanıyormuş gibi:
-Gemi de gemi değil ki… Hacı Davut vapuru… Dört seneden beri havuzlanmadı… Allah çoluğumuza çocuğumuza acıyor herhalde…- Osman Yiğit, yüzü büsbütün kızararak:
-Şu bizim portakallar…- diyecek oldu. Kaptan birden doğrularak: -İnşallah gelecek sefere…- dedi.
-Aman Süvari Bey… Şaka etme Allahını seversen! Portakallar sandığa gireli on beş gün oluyor. On gündür de rıhtımda bekliyor, bu sabah mavnaya yüklettim, nerdeyse gemiye yanaşmıştır!- Süvari Bey gözlerinin kenarından süzülen yaşları elinin tersiyle sildi, yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra:
-Osman Yiğit- dedi, -hatırın için birkaç yüz sandık alırım ama sintineye koyarım; başka yerim yok!-
-Yapma be kaptan, sintinede portakal gider mi? Sabaha varmadan çürür!-
-Orasına ben karışmam!-
Süvari bunları söyleyerek kalktı, salondan çıktı, yukarıya, kamarasına gitti.
Osman Yiğit başını iki yana sallayarak biraz bekledi, sonra o da acele adımlarla, dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini ıkına sıkına tırmandı. Yukarı varınca ikinci kaptanı orada dolaşır buldu. Onu bir kenara çekerek meseleyi anlattı:
-Hadi kurbanın olayım, şu işi bir düzenine koy… Beni yakmasın…- diye sırtını sıvazladı.
İkinci kaptan:
-Vallahi, ne bileyim!.. Bakalım bir kere…- diye süvarinin kamarasına girdi.
Ondan sonra belki yarım saat süren bir pazarlık başladı, ikinci kaptan bir içeri, bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna koymaya uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaştı. Osman Yiğit aşağıya inip acenta ve vapur katibi ile muameleyi tamamladıktan sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı ikinciye teslim etti.
Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeye başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi. Tayfa İsmail Denizer, yorgunlukla, İstanbullu olan karısından öğrendiği güzel konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesiyle etrafına küfürler ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülazım kaptan, ne yapacağını bilemiyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit’e şaşkın gözle bakıyordu. Sabahın kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları, ıslak paltolarının yahut yorganlarının altında kımıldıyorlar, öksürüyorlardı. Bir nefer, kaputunu omuzuna atmış, yağlı tahtalar üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu kalabalığın üstünden aşarak ayakyoluna varabilmek için uğraşıyor, ak sakallı, sıska bir herif, yorganını sırtına sarmış cıgara içiyordu. Ön tarafta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi demir alıyordu. Biraz sonra makineler homurdana homurdana işlemeye, bütün tekneyi o garip sıtma nöbetiyle titretmeye başladılar. Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek, cenup (güney) batıya doğru yöneldi. Kısa kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin doğmak üzere olduğu tarafa doğru kıvrım kıvrım uzanıyordu.
O gün öğleden sonra süvari ile ikinci kaptan, ellerinde dürbünleri ile, ikide birde ufukları seyretmeye başladılar. Bu hal ertesi gün, daha ertesi gün de devam etti. Ara sıra çarkçıbaşı da geliyor, o da cenup batıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. İki üç kelimelik cümlelerle konuşuyorlardı:
-Bir şey var mı?-
-Görünmüyor!-
-Günbatısı karanlık, bir imbat çıkacak gibi!-
-Zannetmem… Bugünlerde lodos beklenir!-
-Olsun da, ne olursa olsun!-
-Ya adamakıllı kötü bir deniz yaparsa?-
-Eh, kısmette ne yazılı ise o olur!-
-Hadi hayırlısı!-
Üçüncü gün, ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçıbaşı yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu:
-Hele şükür, lodos geliyor… Allah vere de fazla sert olmasa!- dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi, kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu. Yarım saat kadar sonra, deniz oynamaya, ılık, fakat şiddetli bir rüzgar direklerde ıslık çalmaya başladı. Geminin iskele tarafına vuran dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları, kilimleri, sepetleri, bavulları ile kuytu bir yer bulmaya uğraşan kalabalık, şuraya buraya koşuyordu. Bütün aralıklar ve ambarlar portakal sandıklarıyla dolduğu için yolcuların üstü örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes, rüzgardan, dalgalardan korunabilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden gemi daha çok sancağa yatıyordu. Ortalık adamakıllı karanlıktı. Bir köşede kusan kadınlar, ağlayan çocuklar vardı. Kamara yolcuları da, yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi. Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu.
Çarkçıbaşı ile ikinci kaptan, birinci mevki salonuna gelmişler, yolculara telaşla tavsiyelerde bulunuyorlar, güya kendi kendilerine söyleniyorlarmış gibi:
-Vaziyet fena… Ne halt edeceğiz bilmem… Gemi gemi değil ki!.. Yük de fazla… Hep havaleli şeyler…- diyerek adeta panik havası yaratıyorlardı.
İkinci kaptan bir aralık:
-Çarkçı Bey!.. Avarya (avarya, -deniz zararı’ demektir. Burada -gemiden denize mal atmak- anlamında) yapmazsak, vaziyet tehlikeli galiba!- dedi. Çarkçıbaşı:
-Vallahi bilmem, kaptan… Ama bizim makine dairesinde bile ayakta durulmuyor… Süvari Bey’le avarya için konuşalım!-
Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber yukarıya, süvariye çıktılar. En havaleli mal olan portakalların denize atılmasına karar verildi. İkinci kaptanın nezareti altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi katibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar Osman Yiğit’in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lazımdı.
Ertesi gün öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşamüstü büsbütün sakinledi. Birkaç gün daha gürültüsüz, patırtısız bir yolculuktan sonra, gece saat sekiz sularında, vapur İstanbul’a vardı. Sirkeci rıhtımına yanaştı. Boşalan yolcuların, telaşlı gidip gelmeleri arasında, tayfalar koşuşuyorlar, ambarları açıyorlardı. Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, incecik burunlu, yakası kürklü paltolu bir adam, dar merdivenden inmeye çalışanları itip arkalarına baktırarak vapura girdi, süvarinin kamarasına çıktı. İkinci kaptanla vapur katibi de oradalardı.
Çil yüzlü adam:
-Geçmiş olsun Süvari Bey!- diye söze başladı. -Acentadan öğrendim, Osman Yiğit’in portakalları avarya olmuş. Neyse sağlık olsun… Muamele tamam mı?-
Katip:
-Bizimki tamam!- diyerek bir deste kağıt gösterdi. -Yarın acentaya gider, üst tarafını tamamlarız!-
Süvari, o kalın ve cızırtılı sesiyle:
-Halil Eğinli!- dedi. -Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu, ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım. En sonra Osman Yiğit’in portakallarını almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek partiyi beklersin artık!-
Halil Eğinli:
-Gemide başka portakal da var mı?- diye sordu.
-Birkaç bin sandık da Dörtyol malı var. İskenderun’dan aldık…-
Öteki, kurnaz kurnaz gülerek:
-Canım başka, başka… Onu sormuyorum. Bizim için bir şey var mı diyorum!-
Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından birini attı:
-Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?-
-Yanaştı bile!-
Kamaranın kapısını iyice kapattıktan sonra içerde esaslı bir pazarlık daha başladı. Denize atılmış göründüğü halde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekleyen iki bin yedi yüz elli sandık portakal, Halil Eğinli’ye yeni baştan satıldı. İçinde seksen portakal bulunan sandıklardan her biri üç liradan hesap edildi. Aslında, ambalaj masrafı ile beraber tanesi doksan paraya mal olan portakalların sandığı, yüklendiği iskelede yüz seksen kuruş, meşru olan ve olmayan navlunla beraber İstanbul’da maliyeti iki yüz elli kuruştu. Ama böyle ufak farklar üzerinde fazla durulmadı. İki bin yedi yüz elli sandığın tutarı olan sekiz bin iki yüz elli lira Halil Eğinli’den peşin peşin alındı. Bir aya yakın süren bu seferin bütün geliri Osman Yiğit’in navlun farkı olarak verdiği bin dokuz yüz yirmi lira ile birlikte, on bin yüz yetmiş lira tutuyordu. Eh, lostromosuna, serdümenine kadar pay verilecek olduktan sonra, bu rakam pek göz kamaştıracak bir şey sayılmazdı.
Halil Eğinli gittikten sonra, ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi katibi, baş kamarot, bir de bu aralık vapura gelmiş olan acenta memuru, süvarinin kamarasında toplandılar.
İsmail Denizer, sefere çıkacakları gün çocuğu olduğunu ileri sürerek, vapur limana girer girmez ikinciden izin almıştı. Onun için şimdi Osman Yiğit’in denize atılmış görünüp Halil Eğinli’ye satılan portakallarını o boşaltmıyordu. Vincin başında daha çocuk denecek kadar küçük bir tayfa vardı.
Fakat İsmail Denizer de bir türlü gemiyi bırakıp gidemiyor, katibin yolunu gözlüyordu. Geçen sefer doğum masrafları için avans aldığından, artık para istemeye ne hakkı, ne yüzü vardı ama, eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa bir iki buçuk liralık koparmalıydı.
Katip de nedense ortalıkta görünmüyordu. Belki bir saate yakın bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu. Beyaz ceketli delikanlı:
-Süvarinin kamarasında, ama yanına giremezsin, işleri var!- dedi. İsmail yarım saat kadar daha bekledi. Sonra korkak adımlarla yukarıya çıktı. Her merdivenden sonra beş on dakika bekliyor, daha ileri gitmeye cesaret edemiyordu. Nihayet kaptan köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş altı adım ilerideki kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek sesi, süvarinin boğuk, yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride oldukça ateşli bir münakaşa vardı. Ara sıra birisi masaya vuruyor, kapı aralanıyor, birisi dışarı çıkmak istiyor, sonra kolundan yakalanıp içeri çekiliyordu. İsmail biraz durduktan sonra, bir korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene ayağını attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına kadar açıldı. Geriden vuran sarı ışıkta kaptanın kısa, tıknaz vücudu göründü, İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş gibi kaldı. Kaptan ön tarafa, ona doğru yürüyordu. Birkaç adım daha atınca yanına geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu. Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi. Orada birisinin durduğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle:
-Görmüyor musun köpoğlularını… Beni kafeslemeye bakıyorlar!- diye söylendi.
Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü:
-Süvari Bey, bir dakika teşrif buyurun!- diyordu.
Süvari o tarafa dönüp bağırdı:
-Bırak efendim, ne halt ederseniz edin, ben yokum bu işte!- Sonra tekrar İsmail’e döndü, yumruğuyla göğsünü döverek: -Bütün mesuliyet benim… Hapse ben gireceğim… Benim çoluğum çocuğum sürünecek… Benim şerefim mevzubahis… Yine de doyuramıyorum gözlerini pezevenklerin…-
İkinci kaptan o tarafa geldi, süvariyi yumuşak bir hareketle kolundan tutarak:
-Asabileşme kaptanım, senin dediğin olsun!- diye kamaraya sürüklemeye çalıştı. Sonra orada duran İsmail’i görerek:
-Sen ne arıyorsun burada ulan!- diye bağırdı. Tokatlamak için üstüne yürürken birdenbire kendini topladı, elini cebine sokup bir on liralık çıkardı, tayfanın eline sıkıştırdı:
-Haydi çek arabanı!- diye payladı.
İsmail çabuk çabuk merdivenden aşağı inerken, süvari tekrar kamarasına girmiş, kapı kapanmıştı.
İsmail yolda bir hayli düşündü: Eve ne götürebilirdi? Cebindeki on lira ona bir hayli cesaret, cömertlik veriyordu.
…
Biraz daha yürüdükten sonra, Bahçekapı taraflarındaki manavların önünde yavaşladı. Portakallara uzun uzun baktı. Lohusa karısına en iyi hediye portakal olacaktı, bu mevsimde Akdeniz seferine çıkan gemilerin tayfaları uğradıkları limanlardan ucuz ucuz portakal alır getirirlerdi. Fakat kendisi vinç başından ayrılamadığı, yanında da on parası olmadığı için bir şey alamamıştı.
Bir manavın önünde durdu, en irilerinden tanesi yirmişer kuruşa on tane portakal aldı, mendiline koyup bağladı, oradan geçen bir gazeteciden de bir Köroğlu istedi, katlayıp cebine yerleştirdi, sonra biraz ilerideki bekleme yerine giderek Beşiktaş tramvayını gözlemeye başladı.
Sabahattin Ali
Genç bir adam bir çatı odasında tek başına oturuyordu. Ressam olmak istemişti her zaman, ama bunun için bazı zorlukları aşması gerekiyordu.
İlk önceleri çatıdaki odasında sakin yaşamış, biraz da yaşlanmıştı. Küçük bir aynanın önünde saatlerce oturup kendi resmini yapmayı denemeye alışmıştı. Bu resimler bir defteri doldurmuştu bile.
Bazılarını da oldukça beğenmişti.
“Henüz hiçbir eğitimden geçmediğime göre, bu resim çok da kötü değil,” dedi kendi kendine. “Burnun kenarındaki çizgi ne ilginç olmuş! Düşünür ya da onun gibi bir şey olduğunu gören hemen anlar.
Ağız çizgisini birazcık aşağıya doğru uzatayım ki hüzünlü bir ifade versin.”
Oysa çizimlere bir süre sonra yeniden baktığında çoğu zaman hiç beğenmiyordu. Bu çok tatsız bir durumdu. Ama çalışmayı yılmadan sürdürmeye, kendini daha çok zorlamaya karar verdi.
Genç adam çatı odasıyla, çatı odasında oraya buraya atıp bıraktığı eşyalarıyla yeterince uyum içinde yaşamıyordu, ama çok da kötü sayılmazdı bu durum. Eşyalarına başka insanların eşyalarına davrandıklarından ne daha dikkatli ne de daha umursamaz davranıyordu.
Onları görmüyordu bile. Onları tanıdığı da söylenemezdi.
Çizdiği kendi portreleri hoşuna gitmediği zaman kitap larıyla oyalanıyor, bu kitaplarda başka insanların başından geçenleri okuyor, bu insanların kendisi gibi alçakgönüllü ve hiç tanınmayan insanlar olarak sanata başladıklarını, ama sonra nasıl ünlendiklerini öğreniyordu. Bu tür kitapları severek okuyordu, çünkü onlarda kendi geleceğini buluyordu.
Biraz canının sıkıldığı bir gün evde oturup çok ünlü Hollandalı bir ressamın yaşamöyküsünü okumaya başladı. Bu ressam çılgınlığa varan bir tutku ve gerçek bir istekle iyi bir ressam olmak için çırpınmıştı. Hollandalı ressamla kendisi arasında benzerlikler kurdu.
Ama okudukça ona pek de uymayan yönleri olduğunu keşfetti. Kitapta, bu Hollandalının, kötü hava koşulları dışarıda resim yapmasını engellediği zaman azminden hiçbir şey yitirmeden, gördüğü en küçük şeyin bile resmini tutkuyla yaptığına değiniliyordu. Bir kez bir çift tahta ayakkabının, bir başka zaman da eski püskü bir mutfak iskemlesinin resmini yapmıştı. Kaba tahtadan yapılma, samandan örülme, oturma yeri lime lime olmuş bir iskemleydi bu. Ressam kimsenin kesinlikle dönüp bakmayacağı bu iskemlenin resmini öylesine büyük bir sevgi, bağlılık ve öylesine tutkulu bir çabayla yapmıştı ki, en güzel resimlerinden biri olmuştu bu. Yazar iskemleyle ilgili çok güzel ve gerçekten duygulandırıcı sözler kullanmıştı.
Genç adam bunu okuyunca kendi durumunu düşünmeye koyuldu. Bunu denemesi gerekiyordu. Hemen karar verdi. Bu büyük ressamı örnek alacak ve büyük bir ressam”* olabilmek için bir kez de bu yolu deneyecekti.
Çatı odasındaki eşyaları gözden geçirdi ve o güne dek aralarında yaşadığı nesnelere doğru dürüst bakmamış olduğunu ayrımsadı. Oturma yeri samandan, çarpık çurpuk bir iskemle göremedi. Tahta ayakkabı da yoktu. Bir an için hayal kırıklığına uğrayıp canı sıkıldı ve ünlülerin yaşamlarını okurken çoğu zaman girdiği ruh hali sardı onu.
Başkalarının yaşamında o denli güzel bir yeri olan küçük ayrıntıların, belirtilerin ve olağanüstü rastlantıların onun yaşamında yeri yoktu. Kendilerini boş yere bekletiyorlar, ama bir türlü geliniyorlardı. Ama kendini hemen toparladı, üne giden zor yolda yılmadan yürümesinin artık bir görev olduğunu düşündü. Küçücük odasındaki tüm olasılıkları gözden geçirdi ve ona pekâlâ modellik edebilecek hasır bir koltuk buldu.
Ayağıyla koltuğu biraz kendine doğru çekti. Kara kaleminin ucunu sivriltti, eskiz defterini kucağına koyup çizmeye başladı. İskemleyi biçimlendirmede yavaşça çizilen yumuşak çizgiler ona yeterli gibi geliyordu baştan. Sonra bastırarak hızlı hızlı çalışmaya başladı ve birkaç kalın çizgiyle koltuğun çevresini bitirdi. Bir köşede üçgenimsi bir gölge takıldı gözüne. Onu da iyice koyulaştırdı ve böylece çizmeyi sürdürdü. Bir şey onu rahatsız edene dek.
Bir süre daha çizmeyi sürdürdü, sonra defteri biraz uzağa tuttu ve çizimine eleştiren bir gözle baktı. Ve gördü ki hasır koltuğun çizgileri aşırı sert olmuş.
Öfkeyle bir çizgi daha ekledi ve sonra alabildiğine gergin, gözünü koltuğa dikti. Hiçbir şeye benzememişti. Buna çok öfkelendi.
“Seni gidi Allahm belası hasır koltuk!” diye bağırdı hışımla. “Senin kadar değişken bir eşek şimdiye dek görmedim.”
Koltuk çatırdadı ve aynı tonda, “Ya, öyle mi? Bana doğru dürüst bir bak bakalım!” diye bağırdı. “Ben nasılsam öyleyim ve bundan sonra da değişmeye hiç niyetim yok.”
Ressam onu ayağının ucuyla itti ve koltuk geriye doğru kaydı. Şimdi de tümüyle değişik görünüyordu.
Genç adam, “Koltuk bozuntusu salak!” diye haykırdı. “Her yanın çarpık çurpuk ve kusur dolu!” Hasır koltuk, kıkır kıkır güldü ve, “Buna perspektif derler, bayım,” dedi.
Genç ayağa fırladı. Öfkeyle, “Perspektif ha!” diye bağırdı. “Şimdi de, bu velet koltuk, öğretmencilik oynamaya kalkıyor. Perspektif benim işim, senin değil! Bunu iyice kafana sok!”
Koltuk sesini çıkarmadı. Ressam, alt katta oturan komşu, tavana öfkeyle vurana dek odada birkaç kez hışımla gidip geldi. Alt katta hiç gürültü kaldırmayan yaşlı bir aydın oturuyordu.
Ressam oturdu ve son yaptığı kendi portresini eline aldı, ama hiç beğenmedi. Kendisini resme oranla daha yakışıklı ve ilginç buldu.
Aslında gerçek de buydu.
O anda kitabı okumayı sürdürmeye karar verdi. Ama Hollandalının tahta iskemlesi konusu sürüyordu. Bu da onu yeniden öfkelendirdi. Bu iskemle konusunu da fazla büyütüyorlardı canım! Aslında…
Sanatçı beresini aramaya başladı. Çıkıp bir süre dolaşmaya karar vermişti. Uzun bir süre önce, bir kez, resim sanatının insanı doyurmadığını düşündüğünü anımsadı. In-sar bu sanattan huzursuzluk ve hayal kırıklığı dışında bir şey elde edemiyordu.
Aslında dünyanın en iyi ressamları bile yalnızca nesnelerin basit yüzeyselliğini ortaya koyabilmişlerdi. Sonuç olarak derin olmayı seven bir insan için bu hiç de uygun bir uğraş değildi. Daha önceleri de çoğu kez yaptığı gibi, eskiden istediği bir şeyi yapmanın zamanının geldiğini ve ciddi olarak bunu düşünüp yazar olmasının daha akıllıca olacağına karar verdi. Hasır koltuk çatı odasında tek başına kalakalmıştı. Genç sahibinin gitmesine hü-zünlenmişti. Bundan böyle aralarında daha iyi bir ilişkinin başlayacağını ummuştu. Ona doğru dürüst birkaç söz söylemek isterdi. Genç adama oldukça değerli şeyler öğretebile-ceğine inanıyordu; oysa ne yazık ki, iş işten geçmişti.
Herman Hesse
.
“Uyandığım vakit ne saati kestirebildim, ne günü ne de hangi şehirde olduğumu. Yalnız, bir otel odasında olduğumu biliyordum. Vakit, bir hayli ilerlemişe benziyordu; yahut da küçük bir kasabadaydım.
Kalksam mı, yoksa böyle esvaplarımla, yatağın üzerinde uzanıp yatsam mı, bir türlü karar veremiyordum. Bir de, hislerimin değişmemiş olduğunun farkındaydım.
Aşk, saçma bir şey. Hep öyle olmuştur zaten; daima da öyle olacaktır. Gerçi, tek var olan şey; ama saçma. Kuşlardan gayri hiçbir mahlûkata göre değil; kuşlara göre. Çünkü kuşlar, yaşamak için, insanlar gibi bir takım aşağılık işlerle uğraşmaya mahkûm edilmemişler. Elbise giyen, dünyada oturan, çalışması, para kazanması gereken, havayla, suyla yaşayamayan mahluklar için aşk, fazla güzel bir şey. Konuşan hayvanlar için bu biraz fazla.
Nerede olduğumu, niçin olduğumu neden sonra hatırladım. Reno’daki bir otelin bir odasındayım. Buraya boşanmak için de gelmiş değildim; evli değildim çünkü. Reno’daydım; çünkü sevgilim San Fransisco’daydı.
Ben ne bir kanaryayım, ne bir kumru, ne bir güvercin, ne bir bıldırcın, ne bir saka, ne de bir sinek kuşu. Yani, dallar arasında yaşayıp bir kanaryayı, bir başka kumruyu, bir başka güvercini, bir başka bıldırcını, bir başka sakayı, bir başka sinek kuşunu sevmekten ve onlar için aşk türküleri söylemekten başka işi gücü olmayan o tüylü mahlûkatlardan değilim. Ben, düpedüz bir Amerikalıyım. Eğlenmenin ne demek olduğunu biliyorum; ama, şöyle bir gelip geçici macera ile aşk arasındaki farkı da biliyorum. Aşk, benim için de benim gibiler için de, biraz fazla. Fazla güzel bir şey. Ne uçmak geliyor içimden, ne de ötmek. Her şeyden önce yiyip içmeye ihtiyacım var; hâlbuki âşık olursam yiyip içemem.
Bu işteki gülünçlüğü göremeyecek kadar hassas değilim. Yok benim mizacımda böyle bir hassasiyet. Bu iş bir kumru için pek münasip, ama benim için, biraz gülünç. Düşünmezsem mesele yok; fakat düşündüm mü, böyle. Bu fazla hassasiyet bir filmdeki budala bir jön prömiyere pekala yakışabilir; lakin San Fransisco’da biraz fazla güzel.
Reno’ya gelişim, kızcağızın biraz daha muntazam yiyip içmesini temini içindi. Böylelikle o da beni rahat bırakacak, ben de biraz yiyip içebilecektim. Benim, kendime gelebilmem için, onun da biraz kendine gelmesi lazımdı.
San Fransisco’da iken kendisine :
Dinle, demiştim, ben fena halde acıkmaya başlıyorum. Müsaade etmez misin, bir müddet için başka yerlere gideyim?
Başka yerlere mi, dedi, gidersen ben de gelirim.
Bunu ben de çok isterim; ama beraber olursak hiçbir şey yiyemeyiz. Oysaki gıdaya son derece ihtiyacımız var. İkimiz de bakımsız kaldık. Baksana şu halime, üç haftadır hayali fener gibiyim.
Toprağın sağlam.
Pek de değil. Adamakıllı çiroza döndüm.
Neye dönersen dön. Gittiğin takdirde ben de geleceğim. Bir başıma kalamam buralarda.
İstersen gel. Aç kalmayı göze aldıktan sonra…
Alıyorum.
Dinle ama beni. Hem uykuya ihtiyacın var, hem gıdaya. Benim de öyle.
Ben seni bırakmam.
Pekâlâ, öyle olsun. Sonunda beraber öleceğiz demektir. Mademki razısın, ben de razı olurum.
Evet, razıyım.
Güzel! Gitmiyorum öyleyse… Peki, ne yapacağız şimdi?
Bunları konuştuğumuz sırada saat on biri geçiyordu. Sinemadan çıkmış, eve gelmiştik. Birer sandviç yedik, birer kahve içtik. O :
Biraz plak çalalım, dedi.
Ben :
Çıkalım da, dedim, bir yere gidip bir şeyler içelim.
Burada oturup plak dinlemek daha hoş değil mi?
Pekâlâ, öyle olsun.
Onun üzerine yattık.
Bir çift kumru gibi.
Aradan üç gün geçti; nihayet yolculuğa çıkmama karar verdik. Bana, nereye gittiğimi araştırmayacağına, peşim sıra gelmeyeceğine dair söz verdi. Ben de ona ne mektup yazacak, ne telgraf çekecek, ne de telefon edecektim. O ara :
İyi hissetmiyorum kendimi, dedi.
Ben de:
Makul ol, dedim. Gir yatağına ve uyu. Uyandığın zaman da bir güzel karnını doyur. Bir hafta bu minval üzerine yaşa.
Peki, dedi.
Bir taksiye bindim, havaalanına geldim, iki saat sonra da Reno’daydım. Bu otele inip, hemen bu odada uyudum.
Öyle uyumuşum ki uyandığım vakit hangi şehirde olduğumu bile bilemedim. Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Kalktım, gerindim. Aşağıya inip pür iştiha bir yemek yedim. Ama içimde bir de tuhaf hüzün vardı. Onun için, yediğim yemeğin pek fazla yaradığını sanmıyorum.
Yemekten sonra şehri bir dolaşmaya çıktım. Baştan başa, ışıklarla donatılmış, çok hoş bir şehirdi. Ama nedense kendimi pek keyifli hissetmiyordum. Aklımdan San Fransisco’ya dönmek bile geçiyordu. Tekrar bir taksiye bindim, şehrin dışına çıktım; içkili bir yerde dokuz tane viski içtim. Otele döndüğüm zaman saat ikiyi çeyrek geçiyordu.
Odamın anahtarını almak için kapıcının dairesine uğradım. Adam, beni birkaç defa telefonla aradıklarını söyleyip, bir telefon numarası verdi. Bu, şehir içindeki bir yerin telefon numarasıydı. Odama çıktım, telefonda bu numarayı aradım. Onun sesiydi.
Neredesin , diye sordum.
Reno’dayım, dedi.
Anladım. Ama neresinde?
Nerede olduğunu söyledi. Sonra ilave etti:
Çok sarhoşum.
Geliyorum, dedim.
Nasıl hissediyorsun kendini?
Çok iyi. Ya sen?
Ben iyi değilim.
Şimdi geliyorum.
İyi yemek yedin mi bu akşam?
Evet, dedim, ya sen?
Ben yemedim. Daha doğrusu yiyemedim.
Hemen geliyorum. Reno’da olduğumu nasıl öğrendin?
Kapıcıdan. Nereye gittiğini biliyor musun? diye sordum. Reno’ya gittiğini söyledi. Otelin adını veren de o. Sen mi söyledin kendisine?
Evet.
Söylemezsin sanıyordum. Niçin söyledin?
Belki soruverirsin diye. Sen niçin sordun?
Belki söylemişsindir diye.
Bir dakika sonra oradayım, dedim.
Adını söylediği yer otelime iki adımlık bir yerdi. Ama gene de bir taksiye atlayıp öyle gittim. Onu öyle ufacık bir masanın başında, elinde kocaman bir bardak , yapayalnız görünce içimde hüzünle saadet karışığı bir his belirdi.
“Gel” dedim. İyiliğin bu derecesi bana, ben mizaçta olanlara göre değildi; ama oldu bir kere. Otele, yürüye yürüye döndük. Dedim ki :
Bizim için en münasibi, bir güzel kavga edip birbirimizden ayrılmaktır. Nasıl olsa evlenemeyiz.
Ben kavga etmek istemiyorum dedi.
Elbet bir yolunu buluruz. Belki bu iş bir iki günümüzü alır ; ama buluruz. Bulamazsak, kötü olacak zira.böyle söylüyorum ya, görüyorsun, seni de seviyorum.
Ben de, dedi.
Reno’da on bir gün kaldık. Sonunda, kendisine söylemek istediğim şeyi anladığını anladığımı söyledim.
Böylesi daha iyi, dedim. Hep de böyle olsun.
Evet, dedi.
Burada seninle karşılaştığım için çok mesudum.
Haydi, allahaısmarladık, dedi. Ama hiç kavga etmedik, değil mi?
Evet, dedim. Etseydik daha mı iyiydi?
Hayır, dedi.
Seninle karşılaştığım için çok mesudum, diye tekrarladım.
Trene binip, San Fransisco’ya döndüm. Yol boyunca içimde bir burkulma vardı. Ama biliyordum ki bu geçecek, geçti de.
Gerçi bu iyileşme biraz geç oldu; gelgelelim temiz oldu. Üç ay sonra onu tekrar gördüm; o da düzelmişti. Birlikte bir akşam yemeği yedik.
O güne kadar en iştihalı yediğimiz yemek buydu. Başından sonuna kadar çok zevkli geçti.
Böylesi daha iyi değil mi, dedi.
Evet, dedim. ”
Şöyle anlatılır: İmparator sana, tek başına sana, sen zavallı bendesine, İmparator güneşinden çok ama çok uzaklara kaçmak zorunda kalan minicik gölgeye, doğrudan sana, yattığı ölüm döşeğinden bir haber yollamıştır.
Yatağının başucunda diz çöken ulağının kulağına fısıldamıştır bu haberi, onun anladığına emin olmak için, yeniden kendi kulağına fısıldamıştır sonra, en sonunda, başını sallayarak anlaşılan doğruluğunu onaylamıştır. Çevredeki duvarlar yıkılıp, sarayı çepeçevre saran merdivenlere toplanıp ölümü izleyen ekabir sınıfla arasında tek engel bırakılmayan İmparator, ulağı haberi ulaştırmak için salmıştır. Ulak hemen yola düşer, gücü kuvveti yerinde, yorulmak bilmez bir adamdır; bir bu kolunu bir diğerini kaldırıp kalabalığı yarar geçer. Karşılaştığı direnişleri aşmak için göğsüne işlenmiş güneş armasını göstermesi yeterlidir, kimseye gösterilmeyecek kolaylıklar ona gösterilir. Fakat kalabalık öyle büyüktür, geçilen odalar öyle çoktur ki, bir türlü kurtulamaz. Kurtulabilse kuş gibi uçup gelecek, sen onun yumruğunun sesini kapında işiteceksin, ne yazık ki, boşuna uğraşıyor, hala sarayın en içindeki odaları aşmaya çabalıyor. Ne yaparsa yapsın, bu odaları geçemeyecek, geçse de başarmış olmayacak, bu kez merdivenleri aşması gerekecek, merdivenleri inse de başaramayacak, bu kez avluları kat etmesi gerekecek, diyelim bunu da başardı, birinci sarayı da içeren ikinci sarayın duvarları çıkacak karşısına, yine merdivenler, yine avlular, bin yıl sürecek bir koşuşturma. En sonunda, kendini en dıştaki kapıdan da kurtarabilirse, bunu asla yapamasa da yapabildiğini varsayalım, bir bakacak ki, karşısında koca başkent dikiliyor, dünyanın merkezinde duran, tortusu bile dağ gibi büyük başkent; başkentin içinden bir yol bulup geçmek olanaksızdır, hele elinizde bir ölünün haberini taşırken! Ya sen? Pencerenin önünde akşama dek oturur, İmparatorun haberini hayal edersin
Franz Kafka
Yeni bir avukatımız var: Dr. Bucephalus. Uzaktan bakıldığında Makedonyalı İskender’e yardım etmiş bir savaş atını andıracak tek özelliği yok.
Fakat bu adı bilenler, avukatın görünüşünde kimi özellikler bulabilir yine de. Örneğin, geçen gün adliye sarayının dışındaki merdivenlerde akıldan yana şansı olmamış bir mübaşir gördüm: Dr. Bucephalus, ayaklarını alışılmıştan yukarı kaldırıp mermerde çın çın öten adımlarla basamakları tırmanırken, mübaşir, at yarışlarını kaçırmayan bir küçük uzmana has bakışlarla, hayranlıkla onu izliyordu.
Baro, Bucephalus’un üyeliğini kabul etmeye, ilke olarak karşı değil. Bucephalus’un bugün toplumda güç durumda kaldığını, hem bu yüzden hem de dünya tarihindeki önemini göz önüne alarak, kendisine anlayış gösterilmesini hak ettiğini herkes, üstelik hayret verici bir aydınlıkla kendi kendine itiraf ediyor. Bugün hiç kimse, Büyük İskender diye birinin olduğunu iddia edemez. Hala şurada burada can almanın üstesinden gelenlere rastlanıyor, şölen masasının öte yanındaki dostuna hedefi tam tutturan bir mızrak fırlatma ustalığını yitirmemiş insanlar da var; Makedonya’yı içine sığılmayacak denli küçük görüp Baba Filip’e beddua okuyan pek çok kişi de var, gel gör ki, koca bir orduyu peşine takıp oralardan Hindistan’a dek taşıyacak tek bir kişi bile yok. O günlerde Hindistan kapılarına varılamamış, fakat kralın kılıcı gidilecek yönü işaret etmişti. Günümüzde varılacak kapılar bambaşka, daha yüksekte ve uzakta, üstelik onların yönünü işaret edecek birini bulmak da güç; kılıç tutan çok, ne yazık ki, sadece havada hızla çevirmek için tutuyorlar kılıcı; kılıcın hareketine baktı mı sersem oluyor insan.
İşte bu yüzden, belki de en doğru şey, Bucephalus gibi hukuk kitaplarına gömülmek. Özgür sağrılarında üzerindeki binicinin yükünü hissetmeden, çıt çıkarmayan bir lambanın ışığında, İskender Savaşı’nın gürültüsünden uzakta, eski kitaplarımızın yapraklarını çevirerek okuyor Bucephalus.
Franz Kafka
Vahada mola verdik. Yoldaşlarım uykuya dalmıştı. Bindiğimiz develere yiyeceklerini, sularını veren uzun boylu, beyaz tenli bir Arap önümüzden geçip yatmaya gitti.
Kendimi otların içine attım, sırtüstü yatıp uyumak istedim fakat başaramadım; bir çakalın uzaklardan gelen ağlamaklı ulumasını işitince doğrulup oturdum. O ana dek uzaklarda olan şey, birdenbire yakın oldu; Çevremde bir çakal sürüsü belirdi, mat altın rengi, bir yanıp bir sönen gözler, kamçı altında hareket eder gibi dengeli ve çevik, ince uzun gövdeler.
Aralarından biri arkamdan yanaştı, kolumun altından geçerek iyice sokuldu, benim sıcaklığımdan yararlanmak ister gibiydi; daha sonra karşıma geçti, tam gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı:
“Çevrende gördüğün çakalların en yaşlısı benim. En sonunda seni burada görüp selamlamaktan mutluyum. Seni öyle uzun zamandan beri bekliyoruz ki, neredeyse umudumuzu yitirmiştik; annem seni bekledi, onun annesi de bekledi, daha eski anneler de, çakalların ilk anasına dek beklendin, inana bana!”
“Doğrusu hayret ettim,” dedim. Çakallar uzakta dursun diye yakılması gereken çalı çırpı yığınına ateş vermeyi unutmuştum. “İşittiklerim çok şaşırttı beni. Halbuki yukarıdaki ülkelerden, kuzeyden buraya gelişim sadece tesadüftür, kısa bir yolculuk yapıyorum. Ey çakallar, benden ne istediğinizi öğrenmem mümkün mü?”
Samimi bir tavırla söylediğim bu sözden sonra sanırım cesaretleri arttı, çevremdeki çember daraldı; kısa mesafede, güçlükle soluyordu çakallar.
“Kuzeyden geldiğinizi biliyoruz,” diye konuştu çakalların en yaşlısı. “Bu yüzden umutlandık zaten; çünkü orada aklın egemenliği vardır, oysa burada, Arapların arasında sözü bile edilemez bunun, Arapların o burnu büyük böbürlenmesinde akıl ne gezer. Hem karınlarını doyurmak için hayvanları öldürür hem de leşleri iğrenç bulurlar onlar.”
“Sesini o kadar yükseltme, Araplar hemen yakınımızda yatıyorlar.”
“Buraların yabancısı olduğun belli oluyor,” dedi çakalların en yaşlısı. “Yabancı olmasan dünya kurulduğundan beri bir çakalın bir Araptan nasıl korkmadığını da bilirdin. Bu kavmin içine düşmek talihsizliğinden sonra, bir de onlardan korkacağız ha?”
“Haklı olabilirsin,” dedim. “Böyle yabancı olduğum bir konuda yargıda bulunmak istemem ben de. Araplarla aranızdaki kavga pek eskilere doğru gidiyor sanırım, bu nedenle kanınıza işlemiş, yine bu nedenle sonu kanlı da bitebilir.”
“Çok akıllısın,” dedi çakalların en yaşlısı. Birden çevremdeki çakallar daha hızlı solumaya başladılar, yerlerinden hiç kıpırdamamışlardı ama dilleri bir karış dışarı fırlamıştı, dişlerini sıkı sıkı kapatsalar belki zaptedebilecekleri pek kötü bir koku ağızlarından dışarı çıkıyordu. “Çok akıllısın, çünkü söylediklerin bizim en eski inancımızla çakışan şeyler. Biz onların kanını alacağız, bu kavga da bitecek.”
Aslında kaçınmak istesem de engel olamadığım bir hırçınlıkla, “İyi ama,” dedim, “Onların tüfekleri var, kendilerini savunmaya başladıklarında sizi süslerinizle birlikte yok ederler.”
Kuzeyde yaşasan bile içinden eksik olmayan inanca bir düşünüşle bizi anlamadığını görüyorum,” dedi. “Onları öldürmek gibi bir niyetimiz yok! Bunu yaparsak, bulandığımız pisliği temizlemeye Nil’in tüm suyu bile yetmez. Onları canlı gördüğümüzde hemen kaçıyor, ancak çölün temiz havasına sığındığımızda rahat nefes alabiliyoruz. Çölü yurt edinmemizin nedeni budur işte.”
Yeni katılanlarla giderek kalabalıklaşan çakallar başlarını bacaklarının arasına sokup pençeleriyle temizlemeye koyuldular. Sanki içlerindeki büyük nefreti temizlemek ister gibiydiler; öyle büyük bir nefret ki, bir koşu kaçıp gitsem aralarından, çok mutlu olacaktım.
“O halde niyetiniz nedir?” diye sorarken kalkmaya yeltendim fakat başaramadım; arkamdaki iki genç çakal dişlerini gömleğime geçirmiş, beni tutuyorlardı, çaresiz oturmayı sürdürdüm. “Sana saygılarından dolayı eteğini tutuyorlar,” diye açıkladı çakalların en yaşlısı. Bir yaşlı çakala bir de diğer çakallara baktım, “Söyleyin bıraksınlar eteğimi,” diye bağırdım. En yaşlı çakal, “Eğer arzun buysa bırakırlar elbette,” dedi. “Yine de, bırakmaları biraz zaman alır. Adetimiz olduğu üzre, dişlerini derinlere batırıp kenetlediler, artık ancak yavaş yavaş ayırabilirler dişlerini. Sen de bu arada bizim ricamıza kulak verebilirsin.” Çaresizce, “Davranış biçiminiz beni ricanızı kabule zorluyor,” dedim. “Çaresizliğimizi mazur gör!” dedi çakalların en yaşlısı; konuştuğunda sesinin derinliklerinden çıkageldiği en yalvarır tınıyı çağırır gibiydi. “Çaresiz hayvanlarız, elimizde dişlerimizden başka şey yok; iyi ya da kötü, dişlerimiz olmasa ne yapardık?”
Sakinleşmesem de, “Benden ne istediğinizi söyleyin bakalım,” diyebildim.
Yaşlı çakal, “Sahip!” diyerek sesini yükseltti, o konuşmaya başladığında tüm çakallar da ulumaya başladılar, çok uzaklardan işitilen bir melodi gibiydi bu uluma. “Sahip!” Dünyaları düşman eden bu kavgaya sen bir son verebilirsin. Bunu başaracak kişinin tarifini yaşlılarımız bize vermişlerdi, anlattıkları kişi sana benziyordu. Araplardan istediğimiz huzur, soluyabilecek hava, gözümüze onların görüntüsü girmeden ufka bakabilmek, Arapların boğazladığı koyunların sesini işitmemektir; hayvanlar kendi ecelleriyle ölme hakkına sahip olabilmeli, biz de rahatsız olmadan onların kanlarını içebilmeli ve kemiklerine dek tüm etlerini yiyebilmeliyiz. Temizlik, tek arzumuz temizliktir,” Konuşma buraya bağlandığında, çevredeki çakallar ağlayıp sızlanmaya başladılar. “Ey yüreği asil, tüm iç organları asil sahip! Bu duruma nasıl olup da ses çıkarmıyorsun! Bunların akları pis karaları pis, saç sakalları iç kaldırıcı, göz pınarlarını görsen kusarsın, kollarını kaldırdıklarında koltuk altlarından cehennemin kapısı görünür gibi. İşte bu yüzden sahip, ey aziz sahip, her şeye gücü yeten ellerinle, şu ellerinle gırtlaklarını kesiver Arapların!” En yaşlı çakal başıyla bir işaret verince arkadaki çakallardan biri koşarak yaklaştı, azı dişleriyle ufak bir dikiş makası taşıyordu.
O anda, rüzgara karşı yürüyerek gelen Arap kervanbaşı uzun kamçısını havada sallayarak ortaya çıktı, “Makası da çıkarın da yaptığımız iş tam olsun!” diye bağırdı.
Sesi işiten çakallar bir anda dağılıverdiler, az uzağımızda yeniden toplandılar, birbirlerine yanaşıp çömeldiler. O denli yanaşmış ve o denli hareketsiz kalmışlardı ki, yalancı ışıkların pervane olduğu küçük bir engel gibi görünüyorlardı.
Arap kervanbaşı, “Ey sahip! Sonunda bu oyunu da öğrendin işte,” dedi; sonra ancak soyunun izin verdiği sıcaklıkta bir kahkaha patlattı. “Çakalların ne istediklerini biliyorsun demek?” diye sordum. “Elbette,” diye yanıtladı; “Bunu bilmeyen yoktur! Araplar dünya üzerinde varolduğundan beri bu makas çölde dolaşmaktadır, dünya varolduğu sürece de dolaşmaya devam edecek. Bu makas buralara gelen her Avrupalıya sunulur; karşılarına çıkan her Avrupalı, çakallar için uygun kişidir. Bu zavallı hayvanlarda bu saçma umut yaşar gider işte, gerçekten akılsız yaratıklar bunlar. Bu yüzden onları severiz, köpeklerimiz gibi severiz, sizinkilerden güzel köpekler. Bak sahip! Develerden biri öldü, onu buraya getirttirdim.”
Dört Arap deve leşini getirip önümüze koydular. Hayvan yere bırakılır bırakılmaz çakalların sesi yükseldi. Kendilerine çeken görünmez iplerin gücüne karşı koyamıyormuş gibi, karınlarının üzerinde sürünerek, bir durup bir hızlanarak yaklaştılar. Arapları, onlardan nefretlerini unutmuşlardı; burunlarının dibinde kokan leş akıllarından her şeyi alıp götürmüştü, büyülenmiş gibiydiler. Bir çakal hemen leşin boynuna atıldı, ustaca atardamarı bulup dişlerini geçirdi. Denetimden çıkmış bir yangını umutsuzca söndürmeye çabalayan küçük bir pompa gibi çalışıyor, gövdesindeki tüm kaslar kabarıp duruyordu. Çok geçmeden tüm çakallar geldiler, leşin üzerinde küçük bir tepe oluşturdular, hepsi ilk çakalın çabasına destek verdiler.
Arap kervanbaşı yaklaştı, dokunduğu yerde yangın çıkaran kamçısını çakalların üzerine sallamaya başladı. Çakallar kafalarını kaldırdılar; biraz sarhoş biraz kendilerinden geçmiş halde, karşılarında dikilen Arapları gördüler. Hemen o anda sırtlarında kamçıyı da hissettiler, davranıp bir boy geriye kaçtılar. Devenin kanı yerde göller yapmış, kokusu çölü tutmuştu, gövdede birçok yerde dişlerin açtığı delikler görünüyordu. Dayanamayıp yeniden yaklaştılar. Kervanbaşı kamçısını havaya kaldırınca eline yapıştım.
“Hakkın var sahip!” dedi. “Bırakalım da mesleklerini yapsınlar. Yola düşme zamanımız da geldi zaten. Ne inanılmaz hayvanlar olduklarını gördün işte. Nasıl da nefret ediyorlar bizden!”
Franz Kafka
Bir Eşeğin Ölüm Vakti / Hal Diliyle Söyledikleri
Ah! Vücudum acıdan titriyor. Bu acımasız, zalim iki ayaklı hayvana verdiğim bütün hizmetlerin karşılığı bu işte. Bugün son günüm, bu da benim son tesellim!
Sıkıntı, acı ve dert dolu bir hayattan sonra, taşınmaz yüklere, üst üste inen sopalara, yoldan geçenlerin zincirlerine, lanetlerine katlandıktan sonra, Allah’a şükür bu berbat hayata veda ediyorum.
Burası Şemiran Yolu. Bugün sahibimin dikkatsizliği yüzünden bir araba kazasında bacaklarım ezildi. Bu durumda olmamın nedeni bu. Bana vurup aptalca şeyler söyledikten sonra, yaralı gövdemi yol kenarına sürükleyip orda bıraktılar tek başıma. Nallarımı ve postumu hâlâ kullanabileceklerini unuttular herhalde. Galiba benden umutlarını kestiler.
Bana vaktinde yiyecek getirirler mi? Hayır… Büyük acılar içinde ve aç açma ölmem gerekiyor, çünkü artık işlerine yaramam.
Ah! Acı gittikçe keskinleşiyor ve yaralanmdan hâlâ kan boşanıyor. Bize egemen olan, hayatlarımızı rezillik, utanç, acı ve sıkıntıyla dolduran, doğal, içten ve dostça duygularımızı inciten, bedenlerimizi durmadan yaralayan, ve hayatlarımızı tatsız ve acınacak hale getiren bu insan soyu nasıl bir canavar! Dıştan bakılınca bize benziyor; sonunda, bizim gibi, o da ölüyor. Bu açıdan, aramızda fark görünmüyor; ama o sanki tahtadan ve taştan yapılmış, çünkü hiç duygularımız yokmuş gibi kırbaçlıyor bizi. Eğer acı hissedebilseydi bize karşı merhametli olurdu.
İnsanların kullandığı bu işkence aletleri doğal değil. Onları kendileri yapmışlar. Avrupa’da ve Birleşik Devletler’de hayvanların haklarını savunmak için “Himaye Dernekleri” adı verilen dernekler kurulduğundan beri, ara sıra hayvanların haklarını savunmak ve insanların onlara acımasız ve adaletsiz davranışlarını durdurmak için özel yasalar çıkarıldı. Bu canavarlar bu derneklere bağlı olanlarla aynı olabilir mi? İmkânsız! Aynı olsaydılar kalpleri taştan olmazdı.
Doğabilimciler onlarla bizim aramızda büyük bir fark görmüyor ve onlara memelilerin başı gözüyle bakıyor. Ama Descartes, tanınmış filozoflardan biri, hayvanların hareketli makinelerden başka bir şey olmadığını kanıtladığını düşünüyor. Başka bir deyişle, teknolojinin sağladığı avantajla, hayvan yapmak mekanik olarak mümkün. Bu boş düşüncenin ardına düşen başka filozoflar ona karşı durdular. Onların arasında Schopenhauer bizi savundu. Ahlakın temel ilkesinin sadece kendi türüne değil öteki hayvanlara da acımak olduğunu öne sürüyor; yazdığı ahlak kitabında da bizim duygularımızı ve zekâmızı bir dereceye kadar açıkladı. Başka biri de bazı annelere çocuklarının bir kuşun başını kopardığını ya da oyun oynarken bir köpeği ya da kediyi yaraladığını görmenin eğlenceli geldiğini söylüyordu. Bu, çürümenin kökü, zulmün, baskının ve suçun temeli. Aslında bize yapılan adaletsizlik bazı annelerin çocuklarını yanlış eğitmelerinin bir sonucu.
Yazık! Bizim dilimiz yok ve sefaletimizin nedeni de bu. Sadece Aristoteles bizim hayatımızın gerçeğini bulmuş. Diyor ki: “İnsan konuşan hayvandır.” İnsanların konuşma yeteneği olduğu içindir ki biz açgözlü ve bencil bir yığın canavarın hevesinin ve şımarıklığının kurbanı oluyoruz. Neden insanlar bu filozofları izlememişler? Çok açık ki insanların niyetleri kişisel yararları üzerine kurulu. Bu özellikle hepsi de Descartes’ın izleyicileri olan ve bize cansız nesnelermişiz gibi davranan katırcılar için doğru.
Hayvanlara acımak temel olarak Doğu’da gelişen bir düşünce. Ayrıca, bütün peygamberler hayvanıara karşı zulmü yasaklamıştır. Okumuşlar, bilgeler, manevi değerler üzerine yazan yazarlar ve hatta şairler hayvan hakları konusunda birleşiyor. Örneğin Hakim Firdevsi, Allah ruhuna huzur versin, şöyle diyor: “Sırtında tohum taşıyan karıncaya işkence etme, çünkü o yaratık canlıdır ve hayat onun için tatlıdır.”(*)
Ama bütün bu sözler, insanların acımasızlığını, sınırsız tamah ve hırsını önleyip sınırlayacak bir yasa olmadığı için, hiçbir sonuç vermedi. Eğer bacaklarım Batı’da ezilseydi, bu abes acıyı dindirirlerdi ya da beni uyuturlardı! Ah! Beni acıdan ve açlıktan kurtarın! Keşke iyi bir iklimde çayırlarda kendi türümden hayvanların arasında özgür yaşama ve kaderimin belirlediği günde ölme özgürlüğüm olsaydı. Ama şimdi esaret altında aç ve sıkıntı içinde ölüyorum. Bu iki ayaklı yaratığın köleleştirdiği dilsiz bir hayvanın hayatının berbat sonucu bu. Onların tutuşturduğu ateşte yanmak zorundayım. Ah! Sabrım tükendi…! İnsanlar mazlumların katilleri. Neden evcilleşmemiş ve yırtıcı hayvanları alıp hizmete koşmuyorlar ki? Biz evcil hayvanların tek günahı, zararsız olmamız ve günlük yiyeceğimizi elde edemememiz.
Dünya gözüme gittikçe kararıp bulanıklaşıyor. Gövdem açlığın verdiği acıdan gittikçe dermansızlaşıyor. Birinin ayak seslerini duyabiliyorum. Belki de mutsuzluğuma üzülüp bana yiyecek getiren sahibimdir. Hayır. Sadece bir çocukmuş, bana taş atıp kaçtı.
Ne kadar çabuk ölürsem, ebedi adaletin önünde bu acımasız tirandan intikamımı o kadar çabuk alabileceğim.
SÂDIK HİDÂYET
Elimizdeki kanıtlara göre, cinayet aşağıdaki gibi işlenmiştir:
Katil Schmar, ayın göründüğü bir gece saat dokuza gelirken köşeye gelip dikilmeye başlıyor. Kurban Wese, işyerinin bulunduğu sokaktan oturduğu sokağa giderken, bu köşeden geçmek zorundadır.
Hava, insanı derinden titretecek denli soğuk fakat Schmar’ın üzerinde ince, mavi bir elbise var sadece, üstelik ceketinin düğmelerini de iliklememiş. Soğuğa falan aldırdığı yok, köşede dönüp duruyor bir başına. Kamayla mutfak bıçağı arasında bir cinayet aletini kınından sıyırmış, kabzasını sıkıca kavramış; bıçağı ay ışığında gözden geçiriyor. Işıl ışıl parıldasa da bıçak, Schmar yetersiz buluyor bunu, kaldırım taşlarında deniyor bir de, kıvılcımlar saçıyor bıçak. Bıçağı taşlara vurduğu an bir pişmanlık duyuyor, körlenen ağzı bilemek için çizmesinin tabanına keman yayı gibi sürtüyor, beri yandan da, tek ayak üzerinde dikilip gövdesini öne eğmiş, hem bıçağın çizmeye sürtünmesinin sesine hem de yazgının kurbanıyla yolunu kesiştireceği sokağa kulak veriyor.
Fakat, hemen oradaki evin ikinci kat penceresinden onu izleyen Pallas adındaki emekli, neden sesini çıkarmadan bekliyor? İnsan denen yaratık, çözülmesi güç bir muamma! Ropdöşambrının yakasını kaldırmış, kuşağı göbeğinin üzerinden bağlamış Pallas, başını sallayarak sokağa bakıyor.
Sokağın karşısında, beş ev ilerde, sırtında geceliği, geceliğin üzerinde tilki kürküyle Bayan Wese, alışılmıştan geç saate kalan kocasının yolunu gözlüyor.
Derken, Wese’nin işyerinin kapısına takılı çıngırağın çaldığı işitiliyor, kapı çıngırakları için çok gür bir ses şehre dağılıyor, gökyüzüne yükseliyor, o gece fazla mesai yapan Wese sokakta görülmüş değil henüz, sadece o çıngırak sesi iş yerinden ayrıldığını haber veriyor, kaldırımlar Wese’nin sessiz adımlarını saymaya başlıyor artık.
Pallas pencereden dışarı sarkıyor, her şeyi görmek niyetinde. Bayan Wese çıngırağı duyunca rahatlamış, pencereden çekiliyor. Schmar ise diz çöküyor yere, gövdesinde açıkta kalan yerleri, elleri ve yüzünü taşlara bastırıyor; herkes üşürken o bu denli yangınlar içinde.
Wese iki sokağın sınırında duruyor, sadece bastonu diğer sokağa geçmiş o an, öyle durmak geliyor içinden. Gökyüzünün gece aldığı lacivert rengin çekiciliğine kapılmış, her şeyden habersiz, saçlarını karıştırarak göğe bakıyor, geleceğine dair tek bir haber kıpırtısı göstermeyen göğe. O saçma, akılla açıklanamaz yerini koruyor her şey. Aslında yoluna gitmesi gereken Wese, doğruca Schmar’ın bıçağına doğru ilerliyor.
Parmak uçlarına kalkıp dimdik tuttuğu bıçağı havaya kaldıran Schmar, “Wese!” diye bağırıyor; “Wese! Karın Julia bu gece nafile bekleyecek seni!” Wese’nin boynuna önce sağ, sonra soldan saplıyor bıçağı, daha sonra, karnına, hayli derinlere daldırıyor. Wese, şişlenmiş lağım fareleri nasıl haykırırsa, işte öyle sesler çıkarıyor.
Schmar, “Bitti!” diyor, bıçağı, artık işine yaramayacak bu kanlı yükü kaldırıp önünde durduğu evin duvarına fırlatıyor. “Cinayetle gelen mutluluk! Yabancı kan akıtılınca duyulan hafiflik, neredeyse kanatlanma! Wese, gece kuşu seni, içki arkadaşım! İşte yere serilmiş, kanın yavaşça boşalırken can veriyorsun. İçi kan dolu bir kase olmadığına üzülüyorum şimdi, üzerine oturup, tüm kanı boşaltıp, seni tümüyle yok etmek mümkün değil. Her düşlediğini yapamıyor insan, her düş çiçek açmıyor, senden geriye kalan külçe yok olmadığı gibi, tekme yemeye amade, yatıp duruyor işte. Fakat bu duruşunla bana sorduğun suskun soru ne?”
Pallas, heyecandan titreyerek inip iki kanadını birden açtığı kapıya dikilmiş, “Schmar! Schmar! Her şeyi gördüm ben, her şeyi’” diye haykırıyor. Birbirlerini süzüyorlar. Pallas bununla yetiniyor, Schmar ne yapacağını bilemez gibi.
Çevresini saran kalabalıkla birlikte Bayan Wese geliyor, yüzü korkusundan kocamış. Kürkünün önü açılıyor, kocasının üzerine atılıyor, gecelikli beden Wese’ye, onların üzerini mezarları bürüyen otlar gibi örten kürkse kalabalığa aittir.
Schmar kusma isteğine, dişlerini sıkarak, güçlükle karşı koyuyor, gelen polisin omzuna gömüyor başını; polis Schmar’ı alıyor, çevik adımlarla uzaklaştırıyor oradan.
Franz Kafka
Nedendir bilmem, bazıları daha ilk karşılaşmada, halk tabiriyle, can ciğer kuzu sarması olurlar. Birbirlerini hiçbir zaman unutmamak için bir kere tanışmaları yeter.
Bunun bir de tersi var. Bazıları da birkaç defa tanıştırılmalarına, yollarının hayatta birçok kez kesişmesine rağmen daima kaçarlar birbirlerinden. Aralarında kaynaşma olmaz. Sokakta rastlaşsalar birbirlerini görmezden gelirler. Ne dostturlar, ne düşman. Şimdi bu özelliğe sempati ve antipati diyorlar. Kişilerdeki manyetik çekimin ve haleti ruhiyenin etkisidir diyorlar. Enkarnasyona inananlar daha da ileri giderek bu kişilerin önceki hayatlarında birbirlerine dost ya da düşman olduklarını, bu yüzden birbirlerine yaklaştıklarını ya da düşman kesildiklerini iddia ediyorlar. Ancak bu varsayımların hiçbiri bu bilmeceyi kolay kolay çözeceğe benzemiyor. Bu ani cazibenin ne ruhsal hasletlerle bir ilgisi var ne cismani meziyetlerle.
Bu ilginç karşılaşmalardan biri de birkaç gece önce benim başıma geldi. Nevruz bayramı gecesiydi. Bu yapmacık ve yorucu ziyaretlerin şerrinden kurtulmak için üç günlük bayramda tenha bir yer bulup kafaını dinlemek istedim. Düşündüm taşındım ve uzun yolculuğu uygun bulmadım. Zaten vakit de yoktu. Bu yüzden Kerec’e gitmeye niyetlendim. İzin aldıktan sonra akşamüstü Kafe Jale’ye gidip oturdum. Bir sigara yaktım ve sütlü kahvemi yavaş yavaş yudumlayarak gelip geçeni izlerken iriyarı bir adamın uzaktan beni fark edip bana doğru geldiğini gördüm. İyice baktım; Gece kuşu Hasan’dı. On yıldır, belki daha fazla zamandır görmüyordum. İşin ilginç olan tarafı, ikimiz de birbirimizi tanıdık. Bazı yüzler pek az değişir, bazıları da çok. Hasan’ın yüzü değişmemişti. Her zamanki gibi temiz yüzlü ve güleçti. Ama bilmem nedendir, hareketleri ve giyimi biraz yapmacık ve anormal geldi bana. Kasılıyor gibiydi.
* Tahran’ın 40 km. batısında Kazvin-Reşt yolu üzerinde bir şehir. Tahran’ın sayfiyesi olarak tanınmıştır. (Ç.N.)
O zamana kadar soyadını bilmezdim. Kendisi söyledi. Okuldayken sadece Hasan Han derlerdi ona. Okulun bahçesinde oynarken Hasan Han sarı benizli, kemikli, giyimine önem vermeyen sallapati bir çocuktu. Yakası hep açık, ayakkabıları tozlu olur ve bu ona kayıtsız bir hava verirdi. Çok çabuk sinirlenirdi yalnız; öfkesi de bir o kadar çabuk geçerdi. Bu yüzden yaramaz çocukların eğlencesi olurdu, sık sık üzerlerdi onu. Nedendir bilmem, “Hamal” adını takmışlardı.
Hep uzak dururdum ondan. Sanki aramızda belli belirsiz bir sorun vardı. Ama şimdi samimi bir hava içinde gelip masama oturdu. O eski ve nedensiz nefret ortadan kalktı; belki de zamanın akışı bu bilinmez zıtlığı kendi kendine kaldırmıştı ortadan. Arada bir fark vardı: Hasan şimdi şişman, neşeli ve kalantor biri olmuştu; hani şu etrafına neşe saçanlardan.
Daha içeri girer girmez garsona içki siparişi verdi. Kadehleri art arda deviriyor ve içkinin tesiriyle geçici bir mutluluğa kavuşuyordu. Fakat şehvet düşkünlüğünden dolayı yaşından fazla gösteriyordu. Dudak kenarlarında beliren çizgilere bakılırsa, besbelli gizli bir umutsuzluğu vardı. Çulunu düzeltmişti ama yine de yapmacık olduğu bas bas bağırıyordu. Bu görünümünden memnun olmasına memnundu ya, çakırkeyif oldukça çocuksu yüzüne ve eski kayıtsız haline dönüyordu.
Her neyse; hiç lafı uzatmadan konuya girdi ve ne zamandır bir kadına âşık olduğunu söyledi. Batı hayranı, zengin ve ünlü bir artistti bu. Sürekli tekrarlıyordu: “Bir yıldır onu uzaktan seviyor ama cesaret edip de aşkımı ilan edemiyordum. Ama geçenlerde tesadüfen karşılaştık.”
“Geçici bir aşk mı bu yoksa evlenmeyi düşünüyor musun?” diye sordum.
“Benimle yaşamak isterse, elbette hemen alının onu. Fakat başka bir mesele var. Onun masrafı çok olur. Her akşam birlikte kafeye giderken avcuma on, on beş tümen sıkıştırıyor. Ama aslanın ağzında da olsa, ben bu parayı kazanırım. Ne yapar eder, masraflarını karşılayacak parayı bulurum. Asıl mesele, eski defterlerin tümünü kapatması şart. Biliyor musun, bizim eve götürüp, annemle tanıştırdım. Annem ‘Gel, bizim evde kal’ dedi. O da ‘Şu dört duvar arasında kendimi hapsedemem. Allah düşmanımın başına bile vermesin’ dedi. Yine de ayda iki yüz elli tümen pansiyon parası, iki yüz elli tümen de otel, dansing parası koyuyor cebime. Yarın akşam gel buraya. Onu da getireceğim. Bir gör bakalım.”
“Yarın akşam Kerec’de olacağım.”
“Sahi mi diyorsun? Nevruz için mi gidiyorsun Kerec’e? Yalnız mısın? Ben de onu alıp geleyim. Doğrusunu istersen ne yapacağımı bilmiyordum. Üstelik masrafı da az olur. Dahası var; yolculukta birbirimizi daha iyi tanırız.”
“Önemli değil ama izin…”
“İzin lazım değil. İzin almadan yüz kere gittim Kerec’e. İzin istemez. Yarın akşam hareket edersin.”
“Sabah dokuzd\Kazvin Kapısı’nda olurum. Oradan yola çıkarız.”
“Ben de gelirim; saat tam dokuzda birlikte gideriz. Öyleyse gidip hanıma söyleyeyim de hazırlansın bari.”
Bana karşı gösterdiği bu samimiyete ve söylediği yalanlara şaşırdım. Nihayet sabah buluşmak üzere ayrıldık
***
Ertesi sabah saat tam dokuzda Hasan sevgilisiyle geldi. Hanımefendi kitaplardaki kızlar kadar güzeldi. Zayıf, kısa boyluydu, kirpikleri siyah ve tırnakları kırmızı ojeliydi. Paris’teki son moda giysilerden bir kıyafet vardı üstünde. Parmağında pırlanta bir yüzük parlıyordu. Akşam davete gidecekmiş gibi makyaj yapmıştı. Eski otomobili görünce korktu; “Galiba bu özel oto. Şimdiye kadar kiralık araba ile yolculuk etmemiştim” dedi. Her neyse, arabaya binip Kerec’e hareket ettik.
Hasan haklıydı. Ondan izin istemediler. Asr-ı Cedid Oteli’nin önünde arabadan indik. Hava serin olduğu için palto aranıyordu. Görünüşe bakılırsa otel, içinde uzun uzun kavak ağaçlarının bulunduğu bakımsız bir bahçe ve bir sundurmaya sıralanmış, hepsi aynı şekilde bir dizi beyaz badanalı odadan ibaretti. Her odada tek kişilik üç yatak, çarşaf, şilte ve rafa konmuş bir ayna vardı. Besbelli odaları gelip geçici yolculara göre düzenlemişlerdi. Çünkü bu odaya tıkılan birini kısa zamanda hafakanlar basar. Sundurmadan bakıldığında karşıda bir dizi mor dağ görünüyordu. Feri kaçmış gözleri ve büzülmüş kanatlarıyla kışın soğuğundan canını kurtaran serçeler, bahar rüzgârından mest olmuş bir halde kavak dallarında gayri ihtiyari uçuşuyor, bu arada çıkardıkları sesler insanı serseme çeviriyordu. Ama bütün bunlar bir araya gelince bir yayla havası veriyordu. Eh, kendine göre bir cazibesi de vardı hani.
Odalarımız belirlenip de arabanın tozunu toprağını üstümüzden atınca sundurmada dolaşmaya, Hasan ile karısını beklemeye başladım. Birden sundurmanın ucundan birinin bana işaret ettiğini fark ettim. Yaklaşınca tanıdım onu. Bu, Pervane Palas Kafesi’nde tanıştığım bir gençti. Kulağı kesikler “Don Juan” adını takmışlardı ona.
Yeniyetme ve havasından geçilmeyen, zıpır genç memurlardandı. Altı yıl öncesinin modasına uygun geniş çarliston pantolon ve gri bir ceket vardı üstünde. Saçları briyantinliydi ve manikürlü parmaklarında kötü bir elmas yüzük parlıyordu. Beni selamladıktan sonra, üç gündür Kerec’de bulunduğunu, akşama Tahran’a dönmeyi düşündüğünü söyledi. Sonra “Bir Ermeni kız için gelmiştim buraya. Bu sabah gitti!” dedi biraz daha yavaşça.
Bu sırada Hasan ile karısı mest olmuş tavuskuşu gibi çıktılar odadan. Don Juan’ı onlarla tanıştırmak zorunda kaldım. Sonra birlikte odaya geçip bir masaya oturduk. Hasan ile karısı görünüşte bu yolculuktan memnun gibiydiler. Karısı Hasan’ın omzuna vurup ”Aslında bizim bir tür sempatimiz var birbirimize karşı. Öyle değil mi? Sahi, size söylemedim, bir erkek kardeşim var; tıpatıp Hasan’ın benzeri. Ama evlenince, gözümden düştü. Nasıl bir bela sardı başına, bilemezsiniz. Sonunda mecburen evimi ayırdım. Samimiyeti ve iyi huyluyu çok severim ben. İyi huyluya canım kurban!”
Kadehlerimizi hanımefendinin sağlığına kaldırdık Don Juan kalkıp odasına gitti; bir gramofon ile birkaç plak getirdi, başladı plak koymaya. Sonra da pat diye hanımefendiyi dansa davet etti; ama bir değil, on değil. Hasan’ın gözlerinde kıskançlık kıvılcımları çaktığını fark ettim. Dişlerini gıcırdatıyor ama belli etmiyordu.
Öğle yemeğinden sonra gidip biraz hava almaya karar verdik. Çâlus Caddesi’nde gezine gezine yürümeye başladık. Yolda Don Juan usulca “Bu gece de kalıyorum” dedi bana. Sonra kırk yıllık ahbabıymış gibi hanımefendiyle sohbete koyuldu. Her şeyi, her yeri biliyordu. Bizim konuşmamıza fırsat vermeden uydurma hikâyeler de anlatıyordu.
Hasan ani bir kararla sanki bir şey söyleyecekmiş gibi karısının yanına gitti. Fakat karısı ona çıkışarak “Kaldır bakayım başını. Elbisenin üstündeki bu leke de ne? ” dedi. Hasan korkarak kenara çekildi. Don Juan paltosunu çıkarıp hanımefendinin omzuna attı. Yaklaştım onlara. Don Juan yolun kenarındaki bulanık çayı ve uzaktan süpürge gibi görünen ağaçları göstererek “İnsanın gelip buralarda yaşaması ne güzel! Şu hava, şu çay, bir ay sonra filizlenecek şu ağaçlar. Mehtaplı gecelerde çay kenarında otururken bir de gramofon olmalı… Ne yazık ki fotoğraf makinemi unuttum!” diyordu.
Yakın yerleşim birimlerinden yeni giysili ve çarıklı köy erkekleri ile rengârenk giysiler içindeki çocuklar gelip gidiyorlardı. Hanımefendi yorulduğunu söyledi. Don Juan çay kenarında bir yer gösterdi. Gidip taşa oturduk. Çayın bulanık suları kabarmış, adeta zincir gibi dalgalanıyor, çamurla birlikte alüvyonu da alıp götürüyordu. Önümüzdeki manzarada toprak sırtlar ve bir dizi donmuş dağ vardı. Hava nispeten ısınmıştı. Don Juan ceketini çıkardı ve orada oturduğumuz sürece sevgilisinden, Keti’nin kokusundan, aşk, namus ve Kafkas dansından söz etti. Hanımefendi de bini bir para etmez bu lafları ağzı açık dinledi. Saçma sapan, ahmakça laflar ediyordu, örneğin: “Bundan daha iyi pantolonum vardı. Geçen hafta arkadaşlardan biriyle gittim, uçağa bindim. İnerken tökezleyip yere düştüm. Diz yerim yırtıldı. O pantolonu lüks bir terziye 25 tümene diktirmiştim. Ayağım yara bere içinde kaldı. Bir faytona binip Maktuval’daki Amerikan hastanesine gittim. Doktor ‘Allah acımış sana. Diz kapağın darbe alsaydı topal kalırdın’ dedi. Üç gün yattım hastanede. Hastaneden evlerin çatıları ne kadar güzel görünüyordu! Bizim evi bile gördüm oradan. Mescid-i Sipehsâlâr’ın kubbesini gördüm. Yukarıdan insanlar karınca gibi görünüyordu. Ama uçak inişe geçtiğinde insanın içi boşalır gibi oluyor!…”
Her neyse, yorgunluğumuz geçtikten sonra: kalkıp Kerec’e döndük. Neşeleri yerinde olan Hasan ile Don Juan Kafkas tarzında ıslık çalıyorlardı. Hanımefendi dans edecek olduysa da ayakkabısının topuğu yerinden oynadı. “Bu ayakkabıyı iki hafta önce Bata’dan aldım” diye tekrar edip duruyordu. Hizmete hazır olan Don Juan irice bir taşla ayakkabının topuğunu düzeltirken hanımefendi de ona tutunmuştu.
O sırada Hasan yanıma geldi ve kafede söylediklerinin tersini söyledi bu kez: “Bundan hayır yok bana. Terk etsem iyi olacak. Onunla baş edemem ben. Evde oturmaz bu. Özgür olmasını da istiyorum hani, çok özgür.”
Gurup vakti otele döndüğümüzde masa birkaç içki şişesi, gramofon ve ıvır zıvır şeyle doluydu.
Don Juan gramofonu kurup hanımefendiyle habire dans etti. Hasan bu hale sinir oluyor ve öfkesini yansıtan iğneli sözler ediyordu. “Arkadaş, doğru söyle, sevgilime âşık mı oldun yoksa? Söyle söyle, boşayalım istersen.”
Don Juan keman ağırlıklı romantik bir parça koydu gramofona. Sonra gelip yatağına oturarak “Ne diyorsun sen! Benim bir göz ağrım var zaten. Ne sanıyorsun sen!” dedi ve iç cebinden mahzun bir kız resmi çıkardı. Resmi öpüp yüzüne gözüne sürüyor ve gözleri dolu dolu oluyordu. Dokunsan ağlayacaktı sanki.
Bu hali görünce hanımefendinin merhamet duyguları kabardı, kalktı, Don Juan’ın yanına oturdu. Hasan, Don Juan’ın karısıyla dans etmesine engel olmak için garsondan bir deste iskambil kâğıdı istedi. Don Juan’ı blot oynamaya davet etti. İkisi blot oynamaya başladı. Ama henüz kurdunu dökerneyen ve keyfi yerinde olan hanımefendi, Hasan’a nispet yapıyormuşçasına gidip bir plak koydu ve beni dansa kaldırdı. Dans ederken hanımefendinin elimi sıktığını, bana ilgi duyduğunu hissettim; iki üç kez de yanağını yüzüme dayadı.
Hasan fırsatı ganimet bilmiş, oyunla tüm hıncını alıyordu Don Juan’dan. Mızıkçılık ediyor, bağırıp çağırıyor, sinirleniyordu. Dans bitince hanımefendi gidip Hasan’a adamakıllı bir tokat attı. “Defol hadi! Bu ne kılık böyle? Midem kalktı. Git hadi; hamaldan farkın yok be!”
Hasan gözleri fal taşı gibi açılmış ona bakıyordu. Sinirinden boğazı düğümlenmişti. Kravatını düzeltmek için elini gayri ihtiyari kaldırdı ama yakası açıktı. Don Juan oyunu bıraktı ve tekrar hanımefendi ile dansa başladı. Ben göz ucuyla Hasan’ı süzüyordurn. Kalkıp çıktı dışarı. Don Juan da bir tango koydu gramofona.
Bir süre sonra Hasan odaya girdi, şöyle bir göz gezdirdikten sonra elimden tutup dışarı çekti beni. Elinin titrediğini hissettim. Sundurmadaki gaz lambasının altında şakak damarlarının kabardığı görülüyordu.. Gözleri açık, alt dudağı sarkıktı. Okul dönemindeki kayıtsız ve kılıksız halini almıştı yine. Elimi tutarken kesik kesik konuştu:
“Dün akşam benimle konuştuğunda sandım ki sadece sen varsın. Onu tanıştırmakla hata ettin. Haydi sen daha önce görüp tanıştın diyelim ama şuna bak, benim iznim olmadan karımla dans ediyor. Medeniyete sığar mı bu? Anlat ona. Şımarık çocuklar gibi davranıyor. Beş para etmez yüzüğünü neredeyse karımın gözüne sokup ‘Sevgilim için hemen hemen on bin tümen harcadım’ diyor. Aşık oluyor, gramofonun yanında ağlıyor. Dans edeceği zaman neden izin almıyor benden canım? Bunların hepsini anlıyorum ben, ondan daha zekiyim. Çok gördüm bu aşk ayaklarını. Bak, sen tanıştırdın onu bana. Biliyorsun işte, bu kadın çok serbest. Onunla fazla yaşayamayacağımı biliyordum zaten. Şimdiden tezi yok gidiyorum. Daha fazla kalamam burada.”
“Fazla büyütme be kardeşim. Git, yüzünü gözünü yıka; bırak inadı. İçki içtin, saçmalıyorsun şimdi. Yılın ilk gecesi bu; uğursuzluk etme.”
Ama cevabım kötü tesir etti. Deliye dönen Hasan hızla odaya dalıp karısının çantasından para aldı. Garsona bir araba çağırmasını söyledi. Hemen şehre inmeyi düşünüyordu çünkü. Tesadüfen otelin bahçesinde bir otomobil duruyordu. Çılgınca bakındı etrafına, sonra gidip uyuyan şoförü uyandırdı. “Hemen şehre gitmeliyim; ne istersen veririm. Çabuk, çabuk!”
Hasan paltosunun yakasını kaldırıp gitti, arabaya oturdu.
Şoför gözlerini ovuştura ovuştura arabaya giderken “Zırvalıyor işte. İçkiyi fazla kaçırdı. Sen git uyumana bak” dedim.
Şoför dünden razıydı; tekrar uyumaya gitti. O sırada Hasan’ın karısı, suratı beş karış, otomobilin yanına geldi. Verip veriştirmeye başladı Hasan’a:
“Allah belanı versin! Sen insan değilsin! Teneşire gelesi! (Bana dönerek) Başından beri acıyordum buna; aşk falan değildi. Bu kardeşimin karısı gibi bir kadına yaraşır. (Tekrar Hasan’a dönerek) Kalk, kalk hadi; gir içeri. Lafım bitmedi daha. Beni dağ başında bırakıp gidecek misin yoksa? Allah belanı versin!”
Hasan perişan bir halde kalkıp odaya gitti, yatağa attı kendini. Elleriyle yüzünü kapatmış hıçkıra hıçkıra ağlarken “Hayır, hayır, hayatım boşuna geçti… Ben şehre gidiyorum… Hayatım bitti artık… Delirttin beni… Gideceğim; yetti artık!.. Hayatımın benim değil, senin olduğunu sanırdım… Hayır… yolda ineceğim, atacağım uçurumdan kendimi… yetti artık!” diyordu.
Hasan ikinci sınıf aşk romanlarındaki sıradan cümleleri tekrarlamakla kalmıyor, oynuyordu da. Benden çekinen, bana karşı hep deneyimli ve tok biri olarak görünmeye çalışan bu salak herif birden kontrolünü yitirdi. Sevgilisinden aşk ve acınma dilenen zavallı, düşkün bir mahluk haline dönüştü. Yatağın üstüne dağ gibi devrilen bu buruşuk, işkence edilmiş et yığını acı çekiyordu! Bir nevi bencillik acısıydı bu; aynı zamanda gülünç yanı da vardı. Oysa karısı üstünlüğünden emindi ve zaferini yüksek sesle ilan ediyordu. Elini beline dayamış “Defol hadi, salak! Bu kadar salak olduğunu bilmezdim! (Bana dönerek) Bakın şuna bir, hamaldan farkı yok! Benim ısrarımla biraz kendine çekidüzen vermişti. Bakın şunun kılığına, ne hale geldi! Bu kadar salak olduğunu bilmiyordum. Yoksa gelmezdim asla; yazık, yazık! İnsanın huyu yolculukta belli oluyor. Bakın, nasıl da atmış kendini yatağa! Bu onun doğal hali. Ne yapılsa, ne edilse, yine hamal kılıklı olacak. Nasıl da hata etmişim! İyi oldu, iyi oldu, kısa zamanda ne mal olduğunu anladım. Artık bununla yaşayamam ben!” diye hakaret yağdırıyordu.
“Allah belanı versin!” dercesine elini salladı. Hasan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Baktım iş iyice sarpa sarıyor, odadan çıkıp baş başa bıraktım onları. Don Juan’ın odasına gittim. Her yer her yerdeydi. Gramofonun iğnesi plağın sonuna gelmiş, tık tık sesler çıkarıyordu.
Don Juan’ın beti benzi atmış, fitil gibi sarhoş bir halde atmıştı kendini yatağa. Sarstım onu. “N’oldu? Kavga mı etmişler? Benim kabahatim yok. Kendisi ilgi gösterdi bana. ‘Seni seviyorum’ dedi. Hayır, hayır, ‘Sana sempatim var’ dedi. Şu Hasan’ın da hamaldan farkı yok ha… Dans ederken elimi sıkıp tekrar tekrar öptü beni. Onun için hiçbir şey düşünmüyordum. Sevgilimin bir tel saçını böyle bin kadına değişmem ben. Gördün mü bilmem, blot oynamadan önce dışarı çıktım… Yüzümden karısının ruj izini silmek için.”
“Hayır, bu kadar basit değil; ben de görüyordum.”
“Bu kadın sağlam ayakkabı değil. Bunun hikâyesi de bütün iffetli kadınların hikâyesine benzer. İlkin muradına erememiş bir melek, günahsız bir kuş, namus ve ismet abidesidirler. Sonra hcımasız bir delikanlı çıkar ortaya. Kandırır bunları. Bilmiyorum, neden bunca kız taş yürekli delikanlılara kanarlar? Bu hal öbür kızlara da ibret olmaz. Ama bu kadın yok mu, böyle yetmiş cani delikanlıyı suya götürür de, susuz getirir… “
Don Juan’ın kadın hakkındaki yargıları son derece umursamaz ve doğaldı. Anladım ki ipe sapa gelmez lafları, bıçkın tavırları, şımarıkça yalanları, yersiz dalkavuklukları, zıpırlıkları ve gösteriş düşkünlüğü tümüyle onun iradesinin dışındaydı ve çevresiyle yaşam tarzından kaynaklanıyordu. Kendisi bilmese bile o gerçekten de içindeki muhitin Don Juan’ıydı.
***
Sabah odamın kapısı çalındı. Açtım kapıyı, Hasan’ın karısı elinde valiz, içeri girdi.
“Şimdi ben Kazvin’e,* kız kardeşimin yanına gidiyorum. Hasan’ın gece vakti nereye gittiğini biliyor musunuz? Size veda etmeye geldim.”
“Çok üzgünüm! Ama beklerseniz birlikte Hasan’ı bulmaya çıkarız.”
“Asla; Hasan’ın yüzünü görmek istemiyorum artık. Teneşire gelesi! Kız kardeşimin yanına gidiyorum… Beni kandırıp getirdi buraya; sonra da geceleyin bırakıp kaçıyor!”
Cevabımı bile beklemeden dışarı çıktı.
Beş dakika sonra, içinde sanırım sadece gramofon bulunan bir valizle Don Juan geldi odama vedalaşmak için. “Peki sen nereye gidiyorsun?” dedim.
“İşim var. Şehre gitmeliyim. Dün akşam kalmam gereksizdi.”
O da vedalaşıp gitti. Ben sap gibi tek başıma kalakaldım. Ancak gitmek için o kadar da acelem yoktu. Mahmur gözlü serçeler uyanmış, gürültülerinden geçilmiyordu. Galiba bahar rüzgârı mest etmişti onları. Dün gece olup biten garip olayları düşünmeye başladım. Bu olaylar da baharın mest eden rüzgârıyla bağlantılıydı. Arkadaşlarımın mest serçelerden bir farkı yoktu.
Kahvaltıdan sonra dolaşmak için otelden ayrıldım. Baktım, bizi Kerec’e getiren otomobilden de döküntü bir araba, gürültüler çıkararak otelin önünden geçiyor. Birden gözüm yolculara ilişti. Arka camdan Don Juan ile Hasan’ın karısını gördüm. Yan yana oturup sohbeti koyulaştırmışlardı. Otomobil Kazvin istikametine gidiyordu.
* İran’ın kuzeyinde, Elburz Dağları’nın güney eteğinde yer alan bir şehir. (Ç.N.)
Sadık Hidayet
Verâmin* meydanını açlık gideren ve günlük yaşantının basit gereksinimlerini karşılayan birkaç ekmek fırını, kasap, attar, iki kahvehane ve bir berber oluşturuyordu.
Meydan ve kavurucu güneş altında yarı çıplak, yarık yanık dolaşan insanlar gurup vaktinin ilk esintilerini ve gecenin bastırmasını bekliyorlardı. Ne insanlarda, ağaçlarda ve hayvanlarda bir hareket vardı, ne dükkânlarda iş. Sıcak hava başlara ağırlık veriyor, gelip geçen otomobillerin kaldırdığı toz, masmavi gökyüzündeki hafif toz bulutunu sürekli yoğunlaştırıyordu.
Meydanın bir tarafındaki yaşlı çınarın gövdesi oyulmuş ama ağaç yine de inatla eğri büğrü dallarını her bir tarafa uzatmıştı. Tozlu yapraklarının gölgelediği yere genişçe büyük bir seki yapmışlardı. İki çocuk burada bağıra çağıra sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Kahvenin önündeki arktan boz bulanık bir su akıyordu, tabii buna akma denilirse.
Dikkat çeken tek yapı, konik başlı, yarısına kadar şahrem şahrem yarık içindeki silindirik duvarıyla ünlü Verâmin burcuydu. Dökülmüş tuğlaların oluşturduğu oyukları yuva edinmiş serçeler bile aşırı sıcaktan seslerini kesmiş uyukluyorlardı. Arada bir sessizliği bozan tek şey bir köpeğin iniltisiydi.
Kirli sarnan sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu. Bataklıkta koşmuş da üstünde çarnur lekeleri kalmıştı sanki. Kıvrık kulakları, kıvır kıvır kirli tüyleri, parlak bir kuyruğu vardı. Kıllı suratında insanınkilere benzer cin gibi iki göz ışıldıyordu. Gözlerinin derinliklerinde insana özgü bir ruha sahip olduğu seziliyor, geceleri hayatın tüm canlılığını üstünde hissettiğinde gözlerinde engin bir şeyler dalgalamyordu. Anlaşılması imkânsız bir mesaj vardı bunlarda. Ne aydınlıktı bu, ne bir renk. İnamlamayacak, bambaşka bir şey. Hani yaralı ceylanların gözünde görülen şeylerden. Onun gözleriyle insanınkiler arasında benzerlikten çok, bir tür eşitlik görülüyordu adeta. Acı, ıstırap ve beklenti dolu iki siyah göz. Bunlar sadece aylak bir köpeğin suratında görülebilir. Onun yakarış dolu dertli bakışlarını ne gören oluyordu ne de anlayan. Fırıncının çırağı dükkâmn önünde onu dövüyor, kasabınki taş atıyordu. Bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförün kabaralı ayakkabısıyla attığı tekınelere maruz kalıyordu. Herkes onu hırpalamaktan yorulunca, sütlaç satan çocuk ona işkence etmekten ayrı bir haz duyuyordu. Her iniltisi beline isabet eden bir taş demekti ve hayvan inledikçe çocuğun kahkahası yükseliyor ve çocuk “Seni imansız!” diyordu. Herkes çocukla elbirliği etmişti sanki. Sinsi sinsi çocuğu fitilliyor sonra kah kah gülüşmeye başlıyorlardı. Allah rızası için dövüyorlardı. Mezhebin lanetlediği, yedi canlı, pis bir köpeğe eziyet etmek çok doğal geliyordu onlara.
Sütlaç satan çocuk o kadar üstüne gitti ki hayvancağız sonunda burca giden sokağa doğru kaçtı; daha doğrusu aç biilaç kendini zorla sürükledi ve bir su yoluna sığındı. Başını ellerinin üstüne koyup dilini çıkardı, yarı uykulu yarı uyanık bir halde karşısında dalgalanan ekin tarlasım izlemeye koyuldu. Vücudu yorgundu, sinirleri sızlıyordu. Su yolunun nemli havasında tüm vücudunu bir rahatlık kapladı. Yarı canlı sebzelerin, nemli, eski bir ayakkabı tekinin, ölü veya diri nesnelerin çeşit çeşit kokuları karmakarışık ve uzakta kalmış anılarını canlandırdı burnunda. Tarlaya her dikkatli bakışında içgüdüsel bir istek baskın çıkarak anılarını ta başından canlandırıveriyordu. Ama bu kez öylesine güçlüydü ki bu duygu, sanki bir ses onu harekete, oynayıp zıplamaya çağırıyordu kulağının dibinde. Yeşilliklerde koşup zıplamak için karşı konulmaz bir istekti bu duygu.
Genetik bir duyguydu bu. Çünkü tüm ataları İskoçya’da çayırlıklarda özgürce yetiştirilmişlerdi. Ama o kadar halsizdi ki bedeni kımıldamasına bile izin vermiyordu. Baygınlık ve güçsüzlükle karışık acı bir duyguya kapıldı. Unutulan, yitip giden bir avuç duygu heyecana dönüştü. Eskiden türlü türlü görevleri ve gereksinimleri vardı. Sahibinin evinden yabancı birini ya da yabancı bir köpeği kovmak için sahibinin sesine koşmalıydı; sahibinin çocuğuyla oynamalıydı; görüp tanıdığı kişilere nasıl, yabancılara nasıl davranacağını bilmeliydi; zamanı gelince yemeğini yemeli, belirli zamanlarda okşanmayı beklemeliydi. Ama şimdi bu sorumlulukların tümü alınmıştı ondan.
Artık bütün işi gücü korku içinde titreyerek çöplüklerden yiyecek kırıntıları bulmak, gün boyu dayak yemek, inlemekti -savunacak tek şeyi olmuştu bu. Eskiden cüretli, korkusuz, temiz ve kanlı canlıydı. Ama şimdi korkak, itilip kakılan biri olmuştu. Bir şey duysa, yakınında bir şey kımıldasa tir tir titriyor, hatta kendi sesinden bile korkuyordu. Aslında pisliğe ve çöpe alışmıştı. Vücudu kaşınıyordu. Pireleri avlayacak ya da yalayacak hali kalmamıştı. Çöplüğün bir parçası olduğunu hissediyordu. İçinde bir şeyler ölmüş, sönmüştü.
Bu cehenneme düşeli iki kış geçmiş, şöyle doyasıya bir şey yememiş, gözü rahat bir uyku görmemişti. Şehveti, duyguları körelip gitmiş, bir Allahın kulu onu okşamamış, gözlerine bakan olmamıştı. Buradaki insanlar sahibine benzemesine benziyorlardı ama duyguları, huyları, davranışları yerden göğe kadar sahibininkinden farklıydı. Eskiden içlidışlı olduğu insanlar onun dünyasına daha yakındılar sanki; acılarını, hislerini anlıyor, onu daha çok himaye ediyorlardı.
Aldığı kokular arasında en çok başını döndüreni, oğlanın önündeki sütlaçların kokusuydu. Tıpatıp annesinin sütüne benzeyen ve çocukluk hatıralarını anımsatan bu sıvı ansızın bir uyuşukluk hissi uyandırdı. Henüz yavruyken annesinin memesinden o sıcak, besleyici sıvıyı emerken annesi yumuşak diliyle onu yalar, temizlerdi. Annesinin koynunda, erkek kardeşiyle yan yana iken aldığı keskin koku, annesinin ve sütünün ağır ve keskin kokusu burnunda canlandı.
Sütsarhoşu olduğu zaman vücudu ısınıp rahatlıyor, akışkan bir sıcaklık tüm damarlarına, sinirlerine yayılıyordu. Mahmur mahmur annesinin memesini bırakıyor, vücudunu saran keyif verici titreyişlerle derin bir uyku geliyordu peşinden. Gayri ihtiyari ellerini annesinin memesine bastırmaktan, zahmetsizce, koşuşturmadan süte ulaşmaktan daha büyük bir zevk olabilir miydi? Kardeşinin kıllı bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve okşayış doluydu. Eski ahşap yuvasını anımsadı, yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları.
Onun kıvrık kulaklarını ısırır, yere düşer, kalkar, koşarlardı. Sonra bir oyun arkadaşı daha bulmuştu: Sahibinin oğlu. Bahçede onun peşinden koşar, havlar, giysisini ısırırdı. Hele hele sahibinin okşayışlarını, onun elinden yediği şekerleri hiç unutmamıştı. Ama sahibinin oğlunu daha çok severdi. Çünkü hem oyun arkadaşıydı, hem de asla dövmezdi. Sonraları birden kaybetti annesiyle kardeşini. Sahibi, oğlu, karısı ve yaşlı uşağı kalmıştı geriye. Her birinin kokusunu nasıl da ayırır, ayak seslerini ta uzaktan tanırdı. Öğle ve akşam yemeği vakti masanın çevresinde dolanır, yiyeceklerikoklardı. Kimi zaman sahibinin hanımı kocasının muhalefetine karşın sevgi dolu bir lokmacık ayırırdı onun için. Yaşlı uşak gelince ona seslenirdi: “Pat… Pat…” Ve yemeğini koyardı ahşap yuvasının yanındaki özel kaba.
Pat’ın mest olması onun bedbahtlığını hazırladı. Çünkü sahibi Pat’ın evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermiyordu. Bir sonbahar günü, sahibi, önceden tanıdığı eve sık sık gelen iki kişi ile birlikte otomobilde otururken, Pat’ı çağırdılar ve öne oturttular. Pat birkaç kez sahibi ile arabada yolculuk yapmıştı ama o gün mestti, farklı bir heyecan içindeydi. Birkaç saat gittikten sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle birlikte bu burcun yanından geçti. Tesadüf bu ya, bir dişi köpeğin kokusu Pat’ın kendi cinslerinde aradığı çok özel bir koku, onu deli divane etti birden. Arada bir kokladı, kokladı; sonunda bir bahçenin su yolundan bahçeye daldı.
Gün batımma doğru sahibinin sesi yükseldi tekrar: “Pat… Pat!..” Gerçekten onun sesi miydi yoksa kendisine mi öyle geliyordu acaba?
Sahibinin sesinin onun üzerinde garip bir etkisi vardı. Çünkü kendisini borçlu hissettiği tüm görevlerini ve sorumluluklarını hatırlatıyordu. Yine de, dış dünyadaki güçlerin ötesinde bir güç onu dişi köpekle birlikte olmaya zorlamıştı. Kulağının dış dünyadan gelen sesleri duymamaya başladığını, ağırlaştığını hissetmişti. İçinde şiddetli duygular uyanmıştı. Dişi köpeğin kokusu başını döndürecek kadar keskin ve güçlüydü.
Tüm kasları, vücudu, duyguları kontrolünden çıkmıştı. Ama çok geçmeden sopayla, kürek sapıyla kovalamaya gelip girdiği su yolundan geri çıkardılar onu.
Pat şaşkın, yorgun ama kuş gibi hafiflemiş, rahatlamış olarak sahibini aramaya başladı. Birkaç ara sokakta onun kokusundan izler kalmıştı. Her tarafı aradı, belirli aralıklarla kendisine özgü işaretler bıraktı; kasabanın dışındaki harabeye kadar gitti, tekrar geri döndü. Sahibinin meydana döndüğünü anlamıştı; onun silik kokusu diğer kokulara karışmıştı. Bırakıp gitmiş olabilir miydi acaba sahibi? Istırapla karışık tatlı bir korkuya kapıldı. Pat, sahibi, efendisi olmadan nasıl yaşayabilirdi? Çünkü sahibi onun için Tanrı demekti. Yine onu aramaya geleceğinden emindi. Korku içinde birkaç caddede koşmaya başladı. Ama boşunaydı zahmeti.
Sonunda geceleyin yorgun argın meydana döndü. Sahibinden haber yoktu. Bir iki tur daha attı kasabada, sonra dişi köpeği buldu, su yoluna gitti. Ama taşla kapatmışlardı su yolunu. Bahçeye girme umuduyla yeri kazmaya başladı; hayır, imkânsızdı. Umudunu yitirince oracıkta kestirmeye koyuldu.
Pat gece yarısı kendi iniltisiyle sıçradı uykusundan. Kalkıp birkaç sokakta dolaştı, duvarları kokladı, bir süre böyle aylak aylak döndü durdu. Sonra çok acıktığını hissetti. Meydana dönünce bumuna çeşit çeşit yiyecek kokuları geldi. Geceden kalma et kokuları, taze ekmek ve yoğurt kokusu, hepsi birbirine karışmıştı. Bir yandan da suçluluk hissediyordu. Başkalarının mülküne girmişti. Sahibine benzeyen bu insanlardan dilenmeli, onu kovduracak bir rakip çıkınazsa yavaş yavaş buranın mülkiyet hakkını ele geçirmeliydi. Ellerinde yiyecek olan bu varlıklardan biri belki ona bakabilirdi.
İhtiyatla, korkudan titreyetitreye, yeni açılan ve içerden pişkin hamur kokularının geldiği fırının önüne gitti. Koltuğunda ekmek olan biri seslendi ona: “Gel… gel!” Sesi ne kadar garip gelmişti kulağına! Adam onun önüne bir parça sıcak ekmek attı. Pat kısa bir tereddütten sonra ekmeği yedi ve onun için kuyruğunu salladı. Adam ekmeği dükkânın tezgâhına koyup korku ve ihtiyatla Pat’ın başını okşadı. Sonra iki eliyle tasmasını çözdü. Nasıl da rahatlamıştı Pat! Bütün sorumluluklar, görevler omuzlarından alınmıştı sanki. Ama tekrar kuyruğunu sallaya sallaya dükkân sahibine yaklaşınca böğrüne kuvvetli bir tekme yedi ve inleye inleye uzaklaştı oradan. Dükkân sahibi gidip arkta elini yıkadı. Pat, dükkânın önünde asılı duran tasmasını tanıyordu hâlâ.
O günden beri bu insanlardan tekme, taş ve sopadan başka bir şey görmemişti. Kanlı bıçaklı düşmanıydılar ve ona işkenceden zevk alıyorlardı sanki.
Pat, kendine ait görmediği, kimsenin onun duygularını anlamadığı yeni bir dünyaya gelmişti. İlk birkaç günü çok zor geçti. Sonra yavaş yavaş alıştı. Üstelik köşe başında, sağda çöp dökülen bir yer bulmuştu. Çöp arasında kemik, yağ, deri, balık başı gibi lezzetli parçalarla tanımadığı başka başka yiyecekler buluyordu. Günün geri kalan kısmını kasapla fırının önünde geçiriyordu. Gözü kasabın elindeydi ama lezzetli parçalar yerine daha çok dayak yiyor ve yeni yaşantısına ayak uydurmaya çalışıyordu. Eski yaşantısından tek tük silik görüntülerle bazı kokular kalmıştı. Ne zaman sıkıntıya düşse bu kayıp cennette bir tür teselli ve kaçış yolu buluyor ve elinde olmadan anıları gözünde canlanıyordu.
Pat’a en çok işkence eden şey, kimse tarafından okşanmamaktı. Sürekli itilip kakılan ve küfredilen bir çocuk gibiydi. Yine de ince duyguları tümüyle sönmüş değildi. Hele hele acı ve işkence dolu bu yeni yaşantısında öncekinden çok gereksinimi vardı okşanmaya. Gözleriyle dileniyordu okşanmayı; sevgisini gösterip eliyle başını okşayana canını vermeye hazırdı. O da sevgisini, bağlılığını gösterme, fedakârlık etme ihtiyacını hissediyordu kendinde. Görünüşe bakılırsa kimsenin onun bağlılık gösterisinde bulunmasına ihtiyacı yoktu. Kimse onu himaye etmiyor, hangi göze baksa kin ve kötülükten başka bir şey okumuyordu. Bu insanların ilgisini çekmek için yaptığı her hareket onları daha da öfkelendiriyordu sanki.
Pat su yolunda kestirirken birkaç defa inleyip uyandı. Kâbus görüyordu galiba. Bu sırada şiddetli bir açlık hissetti; çevreden kebap kokusu geliyordu. Şiddetli açlık, halsizliğini ve diğer acılarını unutturacak derecede işkence ediyordu. Zar zor kalkıp ihtiyatla meydana doğru gitti.
Bu sırada bir otomobil tozu dumana katarak Verâmin meydanına girdi. Otomobilden bir adam indi, Pat’a doğru yürüyüp başını okşadı. Bu adam onun sahibi değildi. Yanılmamıştı. Sahibinin kokusunu iyi tanırdı çünkü. Ama nasıl oldu da onu okşayacak biri çıktı? Pat kuyruğunu sallayıp tereddüt içinde adama baktı. Aldanmamış mıydı acaba? Okşanmasına neden olacak tasması da yoktu. Adam geri dönüp yine başını okşadı. Pat peşine düştü adamın. Şaşkınlığı iyice artmıştı. Çünkü o adam, iyi bildiği ve içinden güzel yiyeceklerin çıktığı odaya girmişti. Duvar kenarındaki kanepeye oturdu adam. Ona sıcak ekmek, yoğurt, yumurta ve başka yiyecekler getirdiler. Adam ekmek parçalarını yoğurda bulayıp onun önüne atıyordu. Pat yiyecekleri önce aceleyle, sonra ağır ağır yiyordu. Sevimli ve âcizlik ifade eden kara gözlerini adama dikmiş kuyruk sallıyordu. Uyanık mıydı yoksa düş mü görüyordu? Pat, dayak yemeden doyasıya karnını doyurdu. Yeni bir sahip bulmuş olması mümkün müydü? Sıcağa rağmen adam kalktı, burca giden sokağa girdi, biraz bekledikten sonra dolambaçlı sokaklardan geçti. Pat da kasabanın dışına kadar onu izledi. Sahibinin gittiği birkaç duvarlı harabeye gitti. Bu adamlar da kendi dişilerinin kokularını arıyorlardı belki. Pat duvarın gölgesinde adamı bekledi. Sonra başka bir yoldan meydana döndüler.
Adam yine onun başını okşadı, meydanda küçük bir gezintiden sonra Pat’ın tanıdığı otomobillerden birine bindi. Pat arabaya çıkmaya cesaret edemiyordu. Kenarda oturmuş ona bakıyordu.
Otomobil birden toz kaldırarak hareket etti. Pat da arabanın peşinden koşmaya başladı hemen. Hayır, bu defa adamı elinden kaçırınaya niyeti yoktu. Dili sarkmıştı ama vücudunda hissettiği tüm acılara rağmen var kuvvetiyle koşuyordu. Otomobil kasabadan uzaklaştı, kırlardan geçti. Pat iki üç kez arabaya yetişse de yine geride kaldı. Tüm gücünü toplamış, umutsuzca koşuyordu. Ama araba ondan hızlı gidiyordu. Yanılmıştı; üstelik koşarak otomobile yetişeyim derken iyice yorgun düşmüştü. Baygınlık geçirecek kadar fenalaşmıştı. Tüm organları kontrolünden çıkmış, en küçük bir hareket etme yetisi kalmamıştı. Niçin koştuğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Durdu; soluk soluğaydı. Dili sarkmış, gözleri kararmaya başlamıştı. Boynu bükük, zar zor yolun kenarına gitti; bir tarlanın yanından akan suyun başında karnını sıcak ve nemli kuma koydu. Hiç aldanmadığı içgüdüsüyle artık buradan kımıldayamayacağını hissetti. Başı döndü. Düşünceleri, hisleri silinmeye, birbirine karışmaya başlamıştı. Karnı çok kötü ağrıyordu. Gözlerinde hiç de hoş olmayan bir parıltı vardı. Kasılmalar, kıvranmalar arasında elleri ayakları yavaş yavaş hissizleşiyor, mülayim ve keyif verici bir serinlik getiren soğuk terler döküyordu.
Akşama doğru Pat’ın üzerinde üç aç karga uçuyordu. Uzaklardan almışlardı Pat’ın kokusunu. İçlerinden biri ihtiyatla yanına kadar geldi, dikkatle baktı. Pat’ın tamamen ölmediğinden emin olunca uçtu gitti. Bu üç karga Pat’ın iki kara gözünü oymak için gelmişti.
Sadık Hidayet
Mühendislerin en önde gelenleri bugün bizim yanımızda, aşağıdaydılar. Yönetimin son talimatına göre, yeni dehlizler açılacaktı, bu dehlizlerin ilk ölçümlerini yapmak için geldiler.
Çok gençler ama birbirlerinden öyle farklılar ki! Bu genç yaşlarına rağmen hepsi de kendi özgün kimliklerini gösteriyorlar, her biri kendi kimliğini özgürce geliştirebilmiş.
Saçları kara, durmadan hareket eden birinin gözleri çevrede velfecri okuyor.
Elinde not defteri taşıyan bir diğeri krokiler çizerek yürüyor, bu arada sağa sola bakıp kıyas yapıyor, notlar alıyor.
Ellerini ceplerine sokup elbiselerini gergin tutan biri dimdik yürüyor; vakur görünümlü fakat dudaklarını kemirmesi, önünde durulamaz şu gençlik sabırsızlığını belli ediyor.
Bir dördüncüsü, üçüncüsüne talep edilmeyen açıklamalarda bulunuyor; üçüncüden kısa boylu olan bu dördüncü, konuştuğunu ayartıp baştan çıkarmaya çabalar gibi diğerinin yanı sıra yürüyor, işaret parmağı hep havada, çevredeki nesnelerle ilgili söylevine hiç ara vermiyor.
Beşinci, rütbe bakımından diğerlerinden önde sanki, yanında kendisiyle birlikte yürüyen birine katlanamaz gibi, durup durup öne fırlıyor ötekilerden, kimi zaman da geride kalıyor, geriye kalanlar adımlarını onun yürüyüşüne göre ayarlıyor. Rengi kalmamış, zayıf birisi, taşıdığı sorumluluktan gözleri çukura kaçmış, çoğu zaman düşünceli duruyor, düşünürken elini alnına dayıyor.
Altıncı ve yedinciler biraz kambur; bunlar yan yana samimi bir sohpet halindeler; buranın bizim maden ocağımız olduğuna şüphe yok, en derin dehlizlerdeki işimiz göz önüne alınmazsa, bu iri kemikli, saçı sakalı çıkmamış, koca burunlu baylar genç din adamları sanılabilir. Biri kedi gibi tıslayarak gülüyor sıklıkla, durmaksızın gülümseyen diğeri konuşmasına ara vermiyor, boştaki eliyle konuşmasını destekliyor. Bu bayların ikisi de mevkilerinden öyle eminler ki, genç yaşlarına rağmen madenimize öyle hizmetlerde bulunmuş olmalılar ki, burada, böyle önemli bir araştırma gezisinde, şeflerinin gözü önünde, sadece kendilerini ilgilendiren, hiç değilse şu andaki vazifeleriyle ilgisi olmayan sorunları böyle ciddiyetle tartışabiliyorlar. Yoksa bu mühendisler o gülüp durmalarına rağmen gözlerinden en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmayacak denli yetenekliler mi acaba? Bu türden insanlara dair bir yargıda bulunmak epeyi güç.
Ne var ki, kesin olan bir şey var: Sekizinci mühendis, bu iki beyle karşılaştırılamayacak kadar çok, hatta diğerlerinden de çok işine vermiş kendini. Her gördüğünü yoklamadan, cebine sokup çıkararak koruduğu çekiciyle tıklatmaktan geçmiyor. Temiz giysilerinin battığına aldırmadan toz toprağın içine diz çöküyor, elindeki çekici yere yavaşça vuruyor, sonra kalkıp ilerliyor, biraz sonra duvarları ve tavanı çekiçle yokluyor. Bir keresinde öyle boylu boyunca yere uzanıp kaldı, başına bir kaza gelmiş olmasından çekindik, neyse ki o ince uzun gövdesiyle hemen ayağa dikiliverdi; anlaşılan yeni bir incelemede bulunmuştu. Sözde, maden ocağımızı en küçük taşlarına kadar tanıyoruz ama bu mühendisin hala neyi incelediğini anlayabilmiş değiliz.
Dokuzuncu, bir çocuk arabası itip duruyor, araba ölçüm aletleriyle dolu. Öyle pahalı aletler ki bunlar, pamuklarla sarılmış hepsi de. Bu arabayı bir uşak itmeli ama bu görev de mühendise verilmiş anlaşılan, mühendis de bu işi severek yapıyor. Yanılmıyorsam, bu mühendislerin en genç olanı; belki bu araçları kullanmayı hiç bilmiyor, yine de gözlerini aletlerden bir an olsun ayırmıyor, bu yüzden kimi zaman arabayı duvarlara çarpma tehlikesi atlatıyor.
Başka bir mühendis de arabanın yanında yürüyüp bu çarpma tehlikelerini savuşturuyor. Bu araçları iyi tanıdığı hemen belli oluyor, bunların korunmasıyla görevli olanın o olduğu anlaşılıyor çok geçmeden. Ara sıra arabayı durdurmaya gerek görmeden bir aleti çekip alıyor, sağını solunu kurcalıyor, şöyle bir sallayıp üzerine tık tık vuruyor, kulağına dayanıp dinliyor, sonunda uzaktan ne olduğunu seçemediğimiz bu aleti özenle yine yerine bırakıyor; o bunları yaparken aracı iten mühendis durup onu bekliyor. Bu mühendise zorba denebilirse de, araçlar için bir zorbalık bu. Araba bize on adım uzaktayken bizden sessiz parmak işaretleriyle çekilmemizi istiyor, çekilebileceğimiz bir boşluk olmasa da onun isteklerine uymamız gerekiyor.
Bu beylerin ardından, elini kolunu sallayan uşak geliyor. O derin bilgileri göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde tevazu gösteren mühendislerin aksine, uşağın karakteri büyüklenmeden ibaret sanki. Bir elini arkasına atmış, öbür eliyle üniformasının parlak düğmelerini ya da pahalı kumaşını sıvazlayarak sağa sola bakıyor, başını eğip vermediğimiz selamlarımıza karşılık veriyor, kimi zaman selam verip vermediğimiz anlamamış fakat bunu araştıracak zamanı yokmuş gibi davranıyor. Bizim ona selam verdiğimiz yok elbette, onu gördüğümüz zaman bir maden işletmesi şirketinde uşaklık etmenin kötü bir şey olduğuna inanasımız gelmiyor. Arkasından gülüyoruz ama değil bizim gülmemiz, gök gürlemesi bile bu adamı geriye dönüp baktıramayacağı için, ona anlaşılması güç bir insan olarak bakıp saygımızı eksik etmiyoruz.
Bugün ocakta çalışma olmaz artık, çalışma arası çok uzun sürdü; böyle ziyaretler çalışma düşüncesini insanın aklından uzaklaştırıyor. Beyler yeni açılması tasarlanan dehlizin karanlığında uzaklaşırken arkalarından bakmak eğlenceli ama karanlıkta pek çabuk yitiyorlar. Bizim vardiyanın işi de az sonra bitiyor, beylerin çıkışlarını göremeyeceğimiz anlamına geliyor bu.
Franz Kafka
ON BİR OĞUL
On bir oğlum var. Birinci oğlum, uzaktan bakıldığında hiç de gösterişli durmuyor, yine de sakin huylu ve akıllıdır; evet, onu da ötekiler kadar seviyorum ama ona pek değer verdiğim söylenemez. Sanki fazla dar görüşlü; sağına soluna, hatta ilerisine baktığı söylenemez, hep aynı dar çemberin içinde dönerek düşünüyor; bu çemberin dışına çıkamıyor bir türlü.
İkinci oğlumun endamı yerinde, yakışıklı, boyu posu sağlamdır; hele eskrimciler gibi poz verdiğinde ona hayran olmamak elde değil. En az birinci oğlum kadar zeki, üstelik çok gezip çok yer gördüğü için deneyimi de var; bu denli çok dolaştığı için kendi toprağını diğer oğullarımdan iyi tanıyor. Ne var ki, diğerlerine üstünlüğünü bu gezi deneyimine bağlamak anlamsız olur; hayır, hiç de bundan değil onun üstünlüğü; bu oğlumu diğerlerinden ayıran, herkesçe övülmesini sağlayan benzersiz özellik, havada sayılamayacak denli çok parende atmasına rağmen bedenini akla sığmayacak denli iyi denetleyerek, ustalıkla suya dalmasıdır. O atlama tahtasının ucunda gözüktüğünde, onu taklit etmeye yelteneceklerin ne cesareti kalıyor ne de hevesi; atlamaya kalkmaktansa atlama tahtasına oturup af diler gibi ellerini havaya kaldırmakla yetiniyorlar. Aslında böyle bir oğula sahip olduğum için kıvanmam gerekse de, onunla ilişkimin sağlıklı olduğu söylenemez. Durmaksızın kırptığı sol gözü sağ gözünden ufak; elbette bu küçük bir özür, zaten yüzüne o cesur ifadeyi veren de bu özür. Yaradılışından gelen içedönüklüğü hesaba katıldığında, kırpılıp duran bu gözdeki özrü fark eden çıkmıyor pek. Ben babasıyım ama çoğu zaman fark edemiyorum. Üzüldüğüm, çocuğumun bu önemsiz özrü değil, onun ruhunda yer eden, yuvalandığı yere her nasıl olduysa uygun düşen, kanına yer eden şu zehir, ancak benim görebildiğim şu eksiklik, herhangi bir yeteneği geliştirebilmekten acizlik. Şu da var ki, onu benim gerçek oğlum yapan da bu acizliği; bu acizlik bütün ailemizde yer etmiş bir özelliktir; ne yazık ki bu acizlik sadece ikinci oğlumda kendini bu denli açığa vuruyor.
Üçüncü oğlum da yakışıklıdır; fakat onun yakışıklılığı sıradan değildir, ancak bir sanatçıya yaraşır boyutlardadır. Güzelce kıvrılan bir ağız, hülyalı bakan gözler, ancak gerisine çekilmiş pilili bir perdenin önünde etkili olabilecek bir baş, alabildiğine öne fırlamış bir göğüs kafesi, kolayca kalkan ama daha da kolay inen eller, bunca yükü taşımakta zorlandıkları için naz yapan bacaklar. Bir de şu sesi; tok denemez bu sese, müzikle haşır neşir olanları bir an yanıltıp kulak kabarttıracak denli aldatıcı olabiliyor, ne yazık ki, sürekli değil, hemen nefesi tükeniyor oğlumun. Onu bir seyirci topluluğunun önüne çıkarmak çekici gelse de, herkesten saklamak daha iyi yine de; zaten onun beni hiçbir şey için zorladığı yok. Beni zorlamaması eksiklerini bildiğinden değil; sadece saflığından. Üstelik yaşayıp gittiğimiz zamana yabancı gibi duruyor, hatta zaman zaman kendisini hiç tanımadığı bir aileden gelmiş gibi hissediyor; böyle anlarda onu neşelendirmek mümkün olmuyor.
En cana yakınları dördüncü oğlum. O yaşadığımız zamanın çocuğu; herkesle rahat anlaşıyor, insanlarla aynı zemine ayak basıyor, konuştuğunda herkes onu onaylıyor. Uçarı kimliğini, hareketlerindeki bağımsızlığı, pervasız yargılarını, bu onaylamanın yoğunluğuna borçlu belki. Onun sözlerini tekrarlamak gereksinimi duyuyor insan, yalnızca kimi sözlerini elbette; eğer tüm sözlerini tekrarlarsanız, taşıdıkları ağırlığın ne denli az olduğu hemen ortaya çıkıveriyor. O, çok yükseklerden herkesi hayran bırakan bir süzülüşle atlayan, havayı kırlangıçlar gibi yararak inen fakat sonunda, acınası bir düşüşle kuru toprağa çakılan biri. Sadece bir hiç. Bunları düşününce, onun yakışıklılığını düşünmek bile acı veriyor bana.
Beşinci oğlum iyi yürekli ve sevimlidir; az söz verir, verdiği zaman da tutar; varlığıyla yokluğu arasında fark yok, onunla birlikteyken yalnız hissediyor kendini insan. Fakat çevresinde belli bir saygınlığı var. Bunu nasıl becerdiğini sormayın bana, verecek yanıtım yok. Sanırım masumiyet denen şey, dünya işleri arasında kendine bir yol bulabiliyor, beşinci oğlumda da bu masumiyetten var işte. Aslında aşırı bir masumiyet. Çevresine karşı pek kibar. Aslında aşırı kibar. Benim yanımda onu övmeye başladıklarında kendimi bayağı kötü hissediyorum. Oğlumu, övgüye bu denli kesinlikle layık olan birini övmek, övgü denen şeyin içini boşaltmaktır biraz da.
Henüz ilk anda, altıncı oğlum, hepsinden daha derin düşünür gibi. Başı önde duruyor hep, ne yazık ki, boşboğazın teki. Bu nedenle kimse onun yanına sokulmuyor. Altta kalırsa hüznünün önünü almak mümkün değil; bir de üste çıkarsa, hemen boşboğazlığını kullanıp yerini sağlam tutmaya çalışıyor. Onda önü kesilmesi olanaksız bir tutku olduğunu inkar edemem; çoğu zaman, gündüz düşleri görür gibi, kendine düşünceleri arasından bir yol bulmaya çabalıyor. Sağlıklı olduğu kimi zamanlarda, böyle çabaladığı anlarda hep sağlıklı oluyor zaten, hava biraz karanlıksa sendelediği olmuştur; fakat yardıma gereksinim duymuyor hiç, düştüğü görülmüş şey değildir. Sanırım bedenimin gelişimini tamamlamış olmasından dolayı düşmüyor, yaşına göre epey gelişmiş bir çocuk. Ne var ki, bu gelişmişlik, el ve ayaklar gibi ayrıntılardaki güzelliğe rağmen, bedenine genel bir çirkinlik veriyor.
Yedinci oğlum, hepsinden çok benim oğlum. Onun değerini anlamaktan acizler, kendine özgü şakalarını kimse anlamıyor. Bakın ona aşırı değer vermiyorum, değersiz biri olduğunun farkındayım pekala; çevresinin tek kusuru onu anlamamak olsa, çevresi değerinden bir şey yitirmiş olmazdı. Şu da var ki, aile çevresi içinde bu oğlum olmadan duramam. Geleceğe yönelik bir kuşkusu ve hiç azalmayan yüksek bir saygısı var, bunları bir arada tutmayı da beceriyor. Fakat bu bir arada tuttuğu şeylerle ne yapması gerektiğine dair en ufak bir fikri bile yok; ondaki yetenek öyle umut ve cesaret verici, fakat o gelecek çarkını döndürmekten öyle uzak ki! Dilekler gerçek olacağa benzemiyorlar. Benim için hemen anlaşılır fakat çevresinin yargılarına taban tabana zıt biçimde, kendisinden çok memnun olarak dolaşıp duruyor; üstelik kızlarla hiç ilgilenmemesine rağmen bu neşesi kesilmiyor.
Sekizincisi, benim en sorunlu oğlum, baktığımda sorunlu olması için bir neden bulamasam da böyle bu. Ona bir baba sevgisiyle bağlı olma zorunluluğuma rağmen bana bir yabancıymışım gibi bakıyor. Zamanla pek çok şey yolunu buldu; eskiden olsa, onun aklıma gelmesi bile içimi titretirdi. Benimle bağlarını koparıp kendi yoluna gitti. Küçük bir çocukken cılız olan bacakları güçlendiyse eğer, zayıf fakat hareketli bedeni ve elbette burnunun dikine gidişiyle, kendisine uygun bir yol seçecektir. Çoğu zaman onu yanıma çağırmak, ne durumda olduğunu, neden babasından bu denli uzakta yaşadığını sorup öğrenmek geliyor içimden; nedir, öyle uzun süredir, öyle uzağımda yaşamını kurmuş ki, her şey olduğu gibi kalabilir. Sağdan soldan işittiğime göre, oğullarım arasında tek top sakal bırakan o; öyle ufak tefek birine top sakal hiç yakışmaz oysa.
Dokuzuncu oğlum hep şık giyinir, kadınlara pek hoş bakar. Bu bakışlarının hoşluğuyla beni bile kandırabiliyor kimi zaman; oysa ben onun gözlerindeki ayartıcı parıltının ıslak bir süngerle bile silinebileceğini biliyorum. Bu oğlumun bir iyi yanı varsa, bakışlarını kullanıp çevresindekileri kandırmaya çalışmıyor hiç. Kanepeye yatsın, ona kimse dokunmasın, yaşam boyu tavana bakıp dursun, daha ne ister? Yattığı yerde gözlerini kapatıp dinlendiriyor hatta. Pek sevdiği yatış halinde konuşmayı seviyor, yattığı halde iyi de konuşuyor; lafı uzatmadan, basit ve örneklerle… Ne var ki, sözlerin dönüp dolaştıkları alan öyle dar ki; bu alandan biraz olsun uzaklaştığında içleri boşalıveriyor sözlerinin, kaçınılmaz bir şey bu. Böyle boş konuşma diye işaret yapmaya kalksam da, o uykulu gözleriyle beni göremeyecek olması ne yazık.
Onuncu oğlumu ikiyüzlü olarak tanıyorlar. Bunu ne kabul edebilirim ne de reddedebilirim. Şu bir gerçek, düğmeleri sıkıca iliklenmiş bir frak, tek bir mimik göstermeyen bir yüz, çok değil, biraz öne çıkık bir çene, gözlerinin üzerine düşmüş göz kapakları, kimi zaman ağzına götürdüğü iki parmağıyla yaklaştığını görenler, yaşından çok ilerdeki bu görkeme bakıp onun ikiyüzlü olduğunu düşüneceklerdir doğal olarak. Fakat konuşmasına kulak kabartıldığında; akla yakın, üzerinde düşünülmüş, gereğinden uzun olmamasına özen gösterilen, hayret uyandırıcı bir canlılıkla ilerleyen, doğallıkla neşeyi şaşırtıcı biçimde harmanlayan bir konuşma olduğu görülecek; neredeyse onu ayakta tutacak denli uyumlu bir konuşma. Çok zeki geçinip oğluma iğrenerek bakanlar, onun konuşmasından etkilendiklerini itiraf etmişlerdir. Ne var ki, dış görünüşüne hiç aldırmayıp konuşmasını ikiyüzlü bulanlar da var. Ben, babası, bu konuda bir yargıda bulunmak istemem; şunu söylemekle yetineyim: İkinci kümedeki kişiler, ilk kümedekilerden daha saygın kişilerdir.
On birinci oğlum narin birisi, oğullarım arasında en güçsüzü o. Fakat güçsüzlüğü yanıltıcı, kimi zaman çok güçlü bir kararlılık sergileyebiliyor; yine de, bu anlarda bile kararlılığının temelinde güçsüzlük yatıyor. Onun güçsüzlüğüne utanılacak bir şey olarak bakmamak gerek; uçmak gereksinimi de güçsüzlükten kaynaklanmaz mı, uçmak bocalamak, karasızca kanat çırpmaktan başka nedir? Oğlumda da benzer bir hal var. Onun özelliklerini onaylamıyorum elbette, bunlar ailemizin sonunu hazırlayabilecek özellikler. Bana, “Giderken seni de yanıma alacağım baba,” der gibi baktığında içimden ona, “Güveneceğim son kişi sensin,” demek geliyor. İşte o anda bakışlarında, “Hiç olmazsa sonuncu olarak güveniyorsun,” anlamı seziliyor.
Bunlar benim on bir oğlum.
Franz Kafka
Bir zamanlar iri ağaçlı, uçsuz bucaksız bir ormanın kenarındaki çayırlıkta, başında çobanı ve köpekleriyle, bir koyun sürüsü yaşıyordu.
Çayırın otu her zaman bol ve taze, kenardan akan derenin suyu bol ve temizdi; yazın gölgesine yatacak birkaç gür yapraklı ağaç, kışın soğuktan kaçıp barınacak kuytu bir mağara, sürünün rahatını tamamlıyordu.
Ama koyunların keyfi yolunda değildi. Çobandan şikayetleri vardı. Sakalına kır düşmeye başlayan bu adam, sabahtan akşama kadar bayırda uzanıp uyuklar, arada bir kavalını üfler, köpeklere bağırır, yine uykusuna dalardı. Koyunların sütünü sağıp içebildiğini içer, içemediğini satar, canı istedikçe bir kuzu kesip kebap eder, yahut bir koyun boğazlayıp kışa kavurma hazırlar; iki üç haftada bir gelen celebe en yağlı koyunları, kuzuları satar, sonra yine yatıp uykusuna bakardı. Hepsi bir tarafa, bu celebin eline düşenlerin eninde sonunda kasaba varacaklarını bilen koyunlar, kanlı gözlü herif her göründükte korkudan titreşirler, birbirlerine sokuluşurlar, karşı koymayı akıl edemezlerdi. Ne yapsınlar? Bu dünyanın düzeni böyleydi.
Ama koyunların arasında bu işe bir türlü aklı ermeyenler, günün birinde bıçak altına yatmak korkusuyla yaşamaktansa, bu işi bir kökünden halletmek isteyenler türemişti, günden güne de bunların sayısı çoğalıyordu. Mesela, bütün sürü kendi halinde otlar görünürken aralarından gözü kızmış bir koç fırlıyor, çobanın kaba etine bir boynuz yapıştırıyordu. Çoban onun peşini kovalayıp köpeklerin yardımı ile yakalasa, bir ağaca sımsıkı bağlayıp ilk gelen celebe bu hayvanı teslim etse bile, bu hal öbürlerini yıldırmaya yetmiyor, -Sonu kasaba gitmek olduktan sonra, bugün de bir, yarın da bir!- deyip boynuz savuran koyunların sayısı günden güne artıyordu.
Eh, koyun deyip geçmeyelim. Onların içinde de ne koçlar, ne yiğitler vardır. Dünya kuruldu kurulalı bütün koyunlar çobanla, köpekle yaşamadılar ya! Onlar da bir zamanlar kasaptan, celepten, çobandan, köpekten habersiz, yiyeceklerini kendileri arayıp bulurlar, düşmanlarını kendi sert boynuzları ile yıldırıp kaçırırlardı.
Ama onların yağlı etlerine göz dikenler, sütünden yağ ile peynir, derisinden kürk ile çarık yapanlar, her şeyden önce koyunları, çobansız kalırlarsa kurdun kuşun şikarı (av) olacaklarına, kendi başlarına açlıktan öleceklerine inandırdılar. Bu böyle sürüp gittikçe koyunlar da kendilerine inanamaz, kuvvetlerine güvenemez oldular. Sandılar ki, çobanın onları canavardan koruması, önlerine bir tutam ot atması, yumuşak etleri için değil, kara gözleri içindir.
Ama dediğimiz gibi, yavaş yavaş koyunların aklı başına gelmeye başladı. Çobanlar da günden güne kötüleşmişlerdi. Hele bu sonuncusu iyice dalgacıydı. Keyfinden, rahatından başka bir şey düşünmez, sürüye canavarlar saldırınca, eski çobanlar gibi sopasını kapıp köpekleri peşine katarak onlara karşı koyacağı yerde, birkaç koyun, kuzu atıp başından savmaya bakardı.
Günün birinde bitişik ormandaki yabani hayvanlar, canavarlar birbirine girdiler. Çünkü o sene kış sert olmuş, kurtlar, ayılar yiyecek bulamayınca azmışlardı. Onların ulumaları, kükremeleri sürünün bulunduğu çayıra kadar gelince koyunlarla beraber çoban da tir tir titriyordu. Bu aralık, ormandaki kavgadan yaralanıp kaçan, yahut açlıktan pek zebun düştükleri için kavgaya katılamayan birkaç sıska kurt, ormanın kenarına sığınmışlardı. Korkudan şaşırmış koyunları görünce: -İşte dişimize göre düşman!- diyerek ileriye atıldılar. Ama canavarların kıpkırmızı açılan ağızlarıyla iri dişlerini görünce koyunlar işin şakaya gelmeyeceğini anladılar. Köpekler de, koyunlar elden gidince kendilerinin aç kalacaklarını düşünüp gayrete geldiler; hep beraber bu sıska kurtlara saldırdılar. Koçlar başlarını öne eğip iri boynuzlarıyla canavarların üstüne yürürlerken, köpekler de bir hayli havlayıp gürültü ettiler. Zaten dermansızlıktan dört ayakları üzerinde zor duran aç kurtların birkaçı gerisingeriye ormana kaçtı, öbürleri cansız yere serildi.
Bu sırada saklandığı yerden çıkan çoban, sopasını savura savura tekrar sürünün başına geçmek isteyince, koyunlar akıllarını başlarına topladılar. Kasabı, celebi hatırladılar. Köpekler de onun sopasından kurtulmanın ve koyunlarla baş başa kalmanın sırası geldiğine hükmettiler. Hep birlikte çobanın üstüne yürüdüler. Ödlek çoban kaçıp canını zor kurtardı, bir daha da ortada görünmedi.
Bu kavgadan en karlı çıkan köpekler olmuştu. Hem çayırdaki kurt leşlerini, hem de onlarla dövüşürken ölen beş on koyunu yiyip iyice doymuşlardı. Kuyruklarını keyifli keyifli sallayıp uzun, kırmızı dilleriyle yalanarak ortalıkta dolaşmaya, -Gördünüz ya, sizi kurtlardan da, çobandan da kurtardık!- diye koyunlara caka satmaya başladılar. Aradan zaman geçtikçe daha da burunları büyüdü; meğer köpekleri köpekleten çoban korkusuymuş, çobansız kalınca ondan beter oldular. Havladıkça kendi seslerine hayran oluyorlar, -Koyunları gayrete getiren, kurtları korkutup kaçıran bu sestir!- diye ulumalarını yükselttikçe yükseltiyorlardı. Üstelik içlerine bir de büyüklük kurdu düşmüştü: yaralı, sakat birkaç canavarı havlayıp kaçırdıklarını sandıkları için, kendilerinin öyle rastgele köpeklerden olmadıklarına inanıyorlar, -Köpek ne demek? Bizim de aslımız kurt değil mi?- diye övünüyorlardı.
Yavaş yavaş bu kuruntu hepsini zihnini sardı. Koyunlara tepeden bakmaya başladılar. Onların bir kere tadını aldıkları, etlerini unutamadıkları için; kenarda köşede yakaladıkları kuzuları parçalayıp yemeye, hatta biraz sürüden ayrılan iri koyunlara bile saldırmaya kalktılar. -Bizim gibi soyu ormanlara hükmetmiş kahramanların miskin miskin koyun bekçiliği etmesi ne demek?- diye aralarında hayıflanıyorlar, tekrar vahşi ormanlardaki saltanatlı günlere dönmek istiyorlardı.
Kendi gözlerinde büyüdükçe, koyunları daha da küçük görmeye başlamışlardı. Onlar sadece etleri yenecek, sütleri sağılacak mahluklardı:
-Biz havlayıp gayrete getirmesek bu sersemler boynuzlarını bile kullanamazlardı- diyorlardı. -Yanı başımızdaki kocaman ormanda bizim soyumuzdan kurtlar, hatta şu kırtıpil çakallar hüküm yürütür, ortalığı kasıp kavururken, bizim bu çayırda kuzu gibi yaşamamız ayıp, çok ayıp…-
Köpeklerden kurtulmak çobandan kurtulmak kadar kolay değildi. Bunların hem sayısı çok, hem dişleri keskindi. Üstelik bir niza çıksa fırsat bilip üç beş koyunu paralayıveriyorlardı. Bunun için koyunlar, işin sonu neye varacak? diye telaş içinde bekleşiyorlar, çobanı kovdukları gibi bu köpekleri de defetmeyi bir türlü gözlerine kestiremiyorlardı. Ama köpekler en sonunda hem kendilerinin, hem de koyunların başını nara yaktılar; bir gün, daha fazla sabredemeyip, ormanı zapt etmeye karar verdiler. Bu işi kendi başlarına yapamayacaklarını bildikleri için koyunları da önlerine kattılar:
-Siz boynuzlarınızla yol açar, karşınıza çıkanları tepelersiniz, biz de etrafınızda bağrışır, size cesaret verir, düşmanları yıldırırız!- dediler. Bu seferin sonu hayıra varmayacağını ileri sürerek katılmak istemeyenleri, -Alçak, korkak, miskin, hain! Sen bizim gibi damarlarında asil kurt kanı taşıyan köpeklerle bir arada yaşamaya layık değilsin!- diye parçaladılar ve… iştahla yediler.
Ama daha ormanın kenarındaki çalılıklarda, dört taraftan üzerlerine saldıran kurtlar, ayılar, parslar, hatta sırtlanlar ve çakallar, sürüyü kısa zamanda perişan ettiler. Köpeklerin havlaması ağaçların tepelerine varmadan boğuldu, koyunların sıcak kanı yerdeki kuru yaprakların arasında çabucak kayboldu. Hasta, yahut ihtiyar oldukları için bu sefere katılamayan dört beş koyunla bir hayli körpe kuzu, çayırın kenarındaki mağarada birbirlerine sokulmuşlar, ormandan gelen acı sesleri; yürek paralayan melemeleri, ümitsiz havlamaları dinliyorlar, korkudan titreşiyorlardı. Sesler kesilince birbirlerinin yüzüne baktılar, ormanı zapt etmeye giden köpeklerle onların zorla sürükledikleri koyunların başına geleni anladılar. Aralarındaki iki ihtiyar koç, ağır ağır mağaranın kapısına doğru yürüdüler, kendilerini beklemek üzere orada kalmış olan iki sakat köpeğe yaklaştıkları, henüz kuvvetini büsbütün kaybetmemiş olan boynuzlarını, şimdi karşılarında şaşkın şaşkın uluyan itlerin karınlarına geçirdikleri gibi, ta ilerdeki dereye kadar fırlattılar. Sonra mağaradaki kuzulara dönüp şöyle dediler:
-Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş. Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü açın da, ilerde başınıza yeniden itler, hele kendilerini kurt sanan palavracı itler musallat olursa, sürüyü canavarlara paralatmadan onları defetmeye bakın!-
Sabahattin Ali
La poesía (Bari, 1942) adlı kitabının 278. sayfasında Croce, tarihçi Diyakoz Peter’in bir Latince metnini özetlerken Droctulft’un yazgısını anlatır ve onun gömüt yazıtını aktarır; her ikisi de benzersiz bir etki bırakmıştır bende; nedenini sonraları kavradım. Droctulft, Ravenna’nın kuşatılması sırasında arkadaşlarının safından ayrılan önceleri saldırıya geçtiği kenti savunurken can veren bir Lombard savaşçısıydı.
Ravennalılar, onun gömülme törenini bir tapınakta düzenlediler ve yükümlerini bir gömüt yazıtıyla dile getirerek (contempsit caros, dum nos amatille, párenles) bu barbarın yırtıcı görünüşüyle yalınlığı, iyi yürekliliği arasındaki garip karşıtlığı belirttiler:
Terribilis visu facies, sed mente benignus.
Longaque robusto pestore barba fuit!3
(Gibbon da (Yükseliş ve Çöküş, XLV) bu dizeleri aktarır.)
Droctulft’un, Roma’yı savunurken can veren barbarın öyküsü, ya da öykünün Diyakoz Peter’in zamanın kıyımından kurtarabildiği parçası böyle. Olayın hangi tarihte geçtiğini bile bilmiyorum: Longobardların İtalya düzlüklerini yakıp yıktıkları altıncı yüzyıl ortalarına doğru mu, yoksa sekizinci yüzyılda, Ravenna’nın dize gelişinden hemen önce mi? Biz (bu, tarihsel bir çalışma olmadığına göre) ilk tarihi benimseyelim.
Droctulft’u bir sub specie aeternitatis diye düşünelim biz, hiç kuşkusuz tek, benzersiz ve anlaşılmaz birey (bütün bireyler öyledir) Droctulft kimliği değil: türün başlatıcısı oydu, o ve onu izleyenlerin oluşturduğu, unutuşun ve belleğin bir sonucu olan geleneğin. Savaşlar, ormanlarla bataklıkların karanlık coğrafyasından geçirip ta Tuna ve Elbe boylarından İtalya’ya getirmişti onu, belki de güneye gittiğini bilmiyordu, belki de Roma’ya karşı savaştığını bilmiyordu. Belki de Ogul’un görkemini Kutsal Baba’nın yansısı sayan Arrianist inanca bağlanmıştı, bence onu Toprak’a, üstü örtülü putu öküz arabalarıyla kulübeden kulübeye götürülen Hertha’ya ya da tahtaya oyulmuş, ev-dokusu giysilere bürünmüş, sikkeler ve pazubentler takmış o kaba-saba savaş ve gökgürültüsü tanrılarına tapan biri diye düşünmek daha uygun. Yaban domuzuyla bizonun girift ormanlarından gelmeydi o; açık tenli, yiğit, mâsum, zalimdi, komutanına ve kabilesine sadıktı, evrene değil. Derken savaşlar onu Ravenna’ya getirir ve orada daha önce hiç görmediği, daha doğrusu, tam olarak görmediği bir şeyi görür. Gündüzü görür, selvileri görür, mermeri görür. Çeşitliliği, düzensizliğin çeşitliliğine benzemeyen bir bütün görür; bir kent görür, yontulardan, tapınaklardan, bahçelerden, odalardan, amfilerden, vazolardan, sütunlardan, düzenli ve açık uzamdan oluşma bir işleyiş görür. Bu yapımların hiçbiri, güzelliğiyle etkilemez onu (biliyorum); bugün bizim, işlevini kavrayamadığımız, yine de çiziminden ölümsüz bir zekânın muştusunu çıkarabildiğimiz karmaşık bir mekanizma karşısındaki duygulanışımızı andırır duygulanışı. Belki de ölümsüz Roma harflerinden içinden çıkılmaz yazıtıyla bir tek kemer görmek yetmiştir ona. Birdenbire gözleri kamaşır ve bu aydınlanmayla yenilenir: Kent’le. Onun içinde kendisinin bir köpek, bir çocuk olacağını ama ona akıl erdirmeye bile başlayamayacağını bilir, yine de onun kendi tanrılarından, andıyla bağlandığı inançtan ve Almanya’nın bütün bataklıklarından daha değerli olduğunu kavrar. Droctulft böylece bırakır yandaşlarını, Ravenna uğruna savaşa girer. Ölünce gömütüne kendisinin asla sökemeyeceği şu sözleri kazarlar:
Contempsit caros, dum nos amat ille, parentes
Hanc patriam reputans esse, Ravenna, suana.
O, hain değildi (hainler, böyle saygın yazıtlara bindebir esin kaynağı olabilirler); bir aydınlanmıştı o, bir ermişti. Birkaç kuşak geçmeden bu döneği kargışlayan Longobardlar da onun izinden gittiler; İtalyan oldular, Lombardlar oldular ve belki de Alighieri’nin atasının ataları onların kanından biri, Aldiger’dir… Droctulft’un bu edimine sürüyle varsayım uygulanabilir; benimki, en kestirmesi; olgu olarak değilse de simge olarak doğru.
Bu savaşçının öyküsünü Croce’nin kitabında okuduğumda, alışmadığım ölçüde duygulandım, bir zamanlar benim olan bir şeyi değişik bir biçimde yeniden ele geçirmiştim sanki. O anda hemen, Çin’i sonsuz bir otlağa çevirmeye çabaladıktan sonra, yerlebir etmeye can attıkları kentlerde ihtiyarlayan Moğol atlılarını düşündüm; ama ardına düştüğüm anı bu değildi. Neden sonra buldum aradığımı: şimdi ölmüş olan İngiliz asıllı ninemden duyduğum bir öyküydü.
1872’de, dedem Borges, Buenos Aires’in, kuzey ve batı Santa Fe’nin güney sınırında komutanmış. Karargâh, Junin’deymiş; ötelerinde birkaç fersah arayla ileri karakollar zinciri, onun da ötesinde, o zamanki adıyla pampa ya da “iç bölge”. Bir keresinde ninem -yarı şaşkın, yarı buruk- yeryüzünün o ucuna sürülmüş yapayalnız bir İngiliz kızı sıfatıyla yazgısını yorumlamaya kalkışmıştı: orada, tek İngiliz kızının kendisi olmadığını söylemişlermiş ona, aylar sonra da alanı usul adımlarla geçen Kızılderili bir kızı uzaktan göstermişlermiş. Kız, iki alacalı battaniyeye sarınmışmış, ayakları çıplakmış; saçları sarıymış. Bir asker ona, başka bir İngiliz kızının kendisiyle konuşmak istediğini söylemiş. Peki, demiş kız; karargâha korkusuzca ama biraz kuşkuyla girmiş. Yabanıl renklerle sıvanmış bakırsı yüzünde gözleri, İngilizlerin gri dediği o çekimser mavi renkteymiş. Bedeni, bir geyiğinki gibi kıvrakmış, elleriyse güçlü ve kemikli. Bozkırdan, iç bölgeden geliyormuş ve her şey çok ufak görünüyormuş gözüne: kapılar, duvarlar, eşya.
İki kadın, belki de bir an bir kardeşlik duygusu paylaştılar; sevgili adalarından çok uzaktaydılar, akıl-sır ermez bir ülkedeydiler. Ninem ona bir soru sormaya yeltenmiş; kadın, güçlükle yanıtlamış soruyu, sözcük arayarak, eski çeşniyi bulduğuna şaşarcasına sözcükleri yineleyerek. On beş yıl kadar ana dilini konuşmadığından yeniden başlamak güç geliyormuş. Yorkshirelı olduğunu, ana-babasının Buenos Aires’e göçtüklerini, onları bir Kızılderili baskını sırasında yitirdiğini, kendisinin Kızılderililerce kaçırıldığını, şimdi bir kabile reisinin karısı olduğunu, daha şimdiden ona iki oğul verdiğini, kocasının yiğitliğini anlatmış. Bunları Arauko ve Pampa dilleriyle karışmış kaba bir İngilizceyle anlatmış; öykünün berisinde de yabanıl bir yaşam biçimi seçiliyormuş: at postundan barınaklar, tezek ateşleri, ateşte kızarmış et ya da çiğ barsak şölenleri, tan ağarırken sinsice yola koyulmalar, ağıllara düzenlenen talanlar, haykırmalarla yağmalar, savaşlar, çıplak atlıların büyük çiftliklere akınları, çok-karılılık düzeni, o leş kokusu, kör inançlar. Demek bir İngiliz kızı, kendini böylesi bir barbarlık düzeyine indirmişmiş. Duyduğu acıma ve dehşetin etkisiyle ninem, geri dönmesi için üstelemiş. Onu koruyacağına, çocuklarını getirteceğine söz vermiş. Kız, mutlu olduğunu söylemiş ve o gece çöle dönmüş, Francisco Borges, kısa bir süre sonra, yetmiş dört ayaklanmasında öldü; belki de ninem o zaman, öteki kadında, amansız bir anakaraya tutsak düşüp onun değiştirimine uğrayan bu ikinci kadında, kendi yargısının tüyler ürperten aynasını görmüştü…
Daha önce her yıl, sarışın Kızılderili kız, Junin’deki ya da Fort Lavalle’deki köy işliklerine gelip incik boncuk, Paraguay çayı malzemesi alırmış; ninemle konuştuktan sonra bir daha ortalıkta görünmemiş. Ama birbirlerini son bir kere görmüşler. Ninem ava çıkmış bir gün; çiftlikte, kan çukurunun başındaki bir adam, hayvan kesiyormuş.
Kızılderili kız, bir düşteymişçesine, at sırtında geçmiş yoldan. Kendini hemen yere atmış, sıcak kanı doyasıya içmiş. Artık başka türlü davranamadığı için mi, yoksa bir yüzleşme, bir gösterge adına mı böyle yaptığını bilmiyorum.
Bin üç yüz yıl ve okyanus, tutsağın yazgısıyla Droctulft’un yazgısı arasında duruyor hâlâ. İkisi de eşit ölçüde ele geçmezdir şimdi. Ravenna’nın davasına bağrını açan barbarın suretiyle çorak ülkeyi yurt seçen Avrupalı kadın sureti karşıt düşebilirler. Ama her ikisi de gizli, sağduyudan daha köklü bir dürtüye kapılmışlardı, her ikisi de nasıl savunacaklarını bilemeyecekleri bu dürtüye kulak vermişlerdi. Belki de anlattığım öyküler bir tek öyküdür. Bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya, aynıdır.
Jorge Luis Borges
Mesleğinde oldukça tecrübeli ve işini iyi yapan bir hekimdi. Uzmanlık eğitimi için gittiği Almanya’nın Hannover şehrinde oldukça büyük bir klinikte çalışmış, özellikle komplike kanser ameliyatları konusunda uzmanlaşmış ve yıllar sonra kendi insanlarına hizmet verebilmek için hevesle ülkesine dönmüştü. Şimdi bir devlet hastanesinde çalışıyor, yurtdışında edindiği deneyimleri ile hastalarına yararlı olmak için çırpınıyordu. Yaşamı hastane ile evi arasında geçiyordu. Günlük iş yoğunluğundan pek kendine ayıracak zamanı olmasa da, o hiç bundan yakınmazdı.
Karısı halim selim kendi halinde bir kadındı. Aslında üniversite mezunu idi ama eşinin peşinde oradan oraya dolaşmaktan bir türlü mesleğini yapma fırsatı bulamamış, sonraları kendini tamamen kızını büyütmeye verince, sonunda ev hanımı olup çıkmıştı. Gerçi artık kızı büyümüş ve şimdi bir büyük şehirde üniversitede okumaktaydı ama o artık mesleğinden iyice kopmuştu.
Eşi söylemese son zamanlarda sesinde bir tuhaflık olduğunu hiç fark etmeyecekti. Aslına bakarsanız eşinin, sesinin kalınlaştığını söylemesini de hiç ciddiye almamıştı. “Uzun yıllar sigara içenlerde ses zaten biraz kalınlaşır” diye geçiştirdi.
Sigara deyince bir an çocukluk yılları gözlerinin önünden geçti. Doğup, büyüdüğü ve ortaokulu bitirdiği o küçük Anadolu kasabasında tek sosyal etkinlik kahvehaneye gitmekti. Tabii bir hafta, on gün hep aynı filmin oynadığı, kasabanın tek sinemasını saymazsak. İşte sigaraya çocuk yaşında o kahvehanelerde başlamıştı.
Ortaokulu bitirdiğinde 14 yaşında ufak tefek, çelimsiz bir veletti. Okul arkadaşlarının çoğu ondan bir iki yaş daha büyük oldukları için daha boylu posluydular. İşte bu yüzden arkadaşları kahvelere kolaylıkla girebilirken, onu küçük olduğu için almıyorlardı. Bütün arkadaşları caka satarak kahvelere girip çıkarken, dışarıda kalmak, öyle kabul edilebilecek bir şey miydi? O zaman bir an önce, evet evet bir an önce büyümesi gerekirdi! Hemen büyüyüvermenin en kestirme yolu ne olabilirdi? Kahveye kimler giderdi? Tabii ki büyükler giderdi. Peki büyükler ne yapar? Sigara içer. O zaman bir an önce büyümenin en kestirme yolu da, derhal sigaraya başlamak olmalıydı! Nitekim öyle de oldu. İşte böyle başlamıştı o küçücük ciğerlerine duman doldurmaya. Daha da kötüsü o gün bugündür hiç ara vermemişti.
Bir gün hastanede öğle yemeği sonrası, keyif kahvelerini içerken, Dr.Oğuz “Ağabey sesinizde son zamanlarda bir çatlaklık var galiba” dedi. “Bilmem öyle midir” anlamında dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırıp, “Geçen gün Nazan da öyle söylüyordu“ dedi. Dr.Oğuz aynı klinikte birlikte çalıştıkları, güvendiği bir meslektaşıydı. “Yahu Oğuz bir türlü bırakamadık şu mereti” dedi, sonra elindeki sigarayı işaret ederek “Aleme verir talkını kendi yutar salkımı” diye güldü.
Birkaç gün sonra Dr.Oğuz dayanamayıp “Abi şu sizin gırtlağa bir baksaydık” diye bastırınca, hiçbir şey söylemeden, “Bu da nereden çıktı” dercesine ellerini iki yana açtı. Ama Dr.Oğuz kararlıydı. “Senden kurtuluş yok” diyerek koltuğa oturdu. Dr.Oğuz, alışkın hareketlerle hastasının dilini tutup, endoskopu ağzına soktu, gırtlağı dikkatle gözden geçirdi. Sonra bir kez daha denedi. Birden Oğuz’un yüz hatları değişti ama bir şey söylemedi.
– Hayrola Oğuzcuğum?
– Şey, sanırım sol kord vokalde bir lezyon var.
Lezyon.. Lezyon.. Bu sözcüğü kendi hastaları için kim bilir kaç bin kez kullanmıştı. O çok sıradan olan bu sözcük şimdi çok farklı bir anlam yüklüydü ve kocaman bir kürenin içinde zıplaya zıplaya duvarlara çarpıp dönen, sonra yine çarpan bir top gibi, beyninde yankılanıyordu: Lezyon.. Lezyon.. Dr.Oğuz bir bahane bulup, suçlu gibi odadan ayrıldı. Zaten mesai de bitmişti.
Eve gittiğinde önce bundan Nazan’a hiç söz etmemeyi düşündü, onu da telaşa vermemeliydi. Ne var ki bu imkansızdı, çünkü duygularını hiç saklayamayan biriydi ve yüzü adeta ruhunun haritası gibiydi, bugüne kadar Nazan’dan hiçbir şeyi saklamamıştı. Eşine lafı hiç uzatmadan “Ses tellerimde bir şey varmış, onun için son zamanlarda sesim biraz kısıkmış” dedi. Nazan pek önemsemedi. Önce şu lezyonu, sonra da kendi hastalarını düşündü, kim bilir şu cümleyi hastalarına kaç yüz kere söylemişti: “Belki her sigara içen kanser olmuyor ama gırtlak kanseri olan hastaların %98 i sigara tiryakisidir.” Gerçekten de gırtlak kanseri olan hastaların tamama yakını hep sigara tiryakileriydi. Sonra kendi kendine mırıldandı: “Şimdi sırada ben mi oluyorum?”
Sabah canı hiç kahvaltı çekmedi. Hastaneye gitti, poliklinikte hastalarına baktı, bütün gün Dr.Oğuz’la hiç karşılaşmadı. Ertesi sabah Dr.Oğuz çat kapı odasına girdi ve “Abi ne zaman direkt laringoskopi yapıyoruz” diye sordu. Birden toparlanamadı, “direkt laringoskopi” sözcükleri, sanki yüzlerce kez yaptığı bir girişimin adı değil de ilk kez duyduğu tamamen yabancı iki sözcüktü. Bir süre yanıt vermedi, sonra şaşkın “Bilmem” diyebildi. Oğuz, otoriter bir ses tonuyla “Yarın ameliyathaneyi hazırlatıyorum” dedi. Söyleyecek bir yanıtı yoktu, Dr.Oğuz’a baktı:
Lezyon ne kadardı?
Sol kordda, kara sineğin başı kadar vardı.
Akşam Nazan’a ertesi gün Dr.Oğuz’un kendisinde bir müdahale yapacağını söylediğinde karısı bayağı telaşlandı ve art arda sorular sormaya başladı. Ona direkt laringoskopinin büyük bir işlem olmadığını, Dr.Oğuz’un, sol ses telindeki kara sineğin başı iriliğindeki bir oluşumu alacağını söyleyince, Nazan bayağı rahatladı, “İyi o zaman” dedi. Nazan’a ses tellerinin zaten 2 milimetre eninde bir organ olduğunu, onun üzerindeki sinek başı kadar kitlenin pek hayra alamet olmadığını söyleyemedi.
Sabah aç olarak hastaneye gitti, öğleye doğru planlanan girişim uygulandı. Anestezinin etkisi geçtiğinde, Dr.Oğuz “Ağabey siz birkaç gün işe gelmeyin, evde dinlenin” dedi. Konuşması yasaktı, başını “Anladım” anlamında salladı.
Ertesi günü Dr.Oğuz bir sürpriz yapıp eve geçmiş olsun ziyaretine geldi. Ona tekrar teşekkür ettikten sonra sordu: “Lezyonu tamamen temizleyebildin mi?” Dr.Oğuz, “Sanırım yani umarım” diye yanıtladı. Bunun üzerine tekrar sordu:
Ön komissur invaze miydi?
Tam sınırdaydı.
Odada bir süre sessizlik oldu. Ön komissur invaze demek tümörün sadece bir ses teliyle sınırlı kalmayıp, iki ses telini birleştiren parçaya da atladığı anlamına geliyordu. Uygulamada bunun çok büyük bir önemi vardı, şöyle ki; eğer olay bir ses teliyle sınırlı ise ameliyatta gırtlağın sadece yarısını çıkartmak yeterli olabiliyordu. Boyunda nefes almak için açılan delik, ameliyattan birkaç hafta sonra kapatılınca görünüm de normale dönmüş oluyordu. Böylece hasta artık şarkı söyleyemese bile, biraz kısık, çatlak da olsa, normale yakın bir sesle geri kalan yaşamını sürdürebiliyordu. Oysa hastalık karşı ses teline de sıçramışsa, işte bu kötüydü. Bu hastaların hayatını kurtarabilmek için, gırtlağın tamamını feda etmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Gırtlağını tamamen kaybetmiş bir hasta ise artık hiçbir zaman konuşamayacak, belki eğitimle ancak bazı kelimeleri kesik kesik hecelemeyi başarabilecekti. Yetmezmiş gibi ömrünün sonuna kadar boynundaki o delikle yaşamaya mahkum olacaktı.
İşte Dr.Oğuz’un “Sınırda” yanıtı uygulamadaki böyle büyük bir tartışmayı beraberinde getiriyordu. Kim bilir kaç hastasında bu tartışma yüzünden uykuları kaçmıştı. Burada o çok kritik kararı vermek ameliyatı yapacak doktora, tarifsiz bir sorumluluk yüklüyordu. Eğer ameliyatta gırtlağın yarısını almak yeterli olursa, hasta en az hasarla normale yakın bir yaşam sürecekti. Fakat gırtlağın öbür yarısını kurtarmak için tümörün tamamı çıkartılmamış olursa, kalan tümör yüzünden hasta tamamen kaybedilebilirdi. Bir an hafızasının tozlu labirentlerinde gezindi. Tam da bu durumda olan bir kısmının hala adını bile hatırladığı hastalarını düşündü. Gırtlağının yarısını feda ederek kurtarabildiklerini, kurtaramadıklarını, gözlerinin önünde kayıp giden hayatları.
İşte şimdi bu çok zor karar kendisi için verilecekti, inanılır gibi değil ama yaşamın bu gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Bir tarafta hayatta kalabilmek uğruna gırtlağın tamamını kaybedip, artık hiç konuşamayan bir hekim olarak mesleğe de veda etmek zorunda kalmak, öte yanda gırtlağın yarısını kaybedip, iyi kötü konuşabilmek ve çok sevdiği mesleğine devam edebilmek ama hep “Ya yeterli olmadıysa” korkusu ile yaşamak.
Odada sessizlik devam ediyordu. Dr.Oğuz “Hele önce şu patoloji sonucu bir gelsin de” diye mırıldandı. Haklıydı, esas karar o zaman verilecekti, belki de sonuç en kötüsü değildi ve bütün bu endişeler gereksiz vesveseler olarak kalacaktı.
Ertesi günü patoloji laboratuvarına telefon etti. Patolog Dr.Kamuran fakültede ondan iki sınıf küçük olan, eski bir arkadaşıydı. Sonucun çıkıp çıkmadığını sorduğunda “Şey yani.. Çıktı çıkmasına da, aslında bir boyama daha yapacaktım, yüz yüze bir konuşsaydık..” Anlamıştı. Hemen hastaneye gitti.
Patolog arkadaşı ne içeceğini sordu, bizimkisi uzatmadan konuya girdi: “Kamuran sonuç nasıl?” Dr.Kamuran tek tek konuşuyordu: “Dostum yaptığımız preparatta, değişik kesitler aldık, çoğu hücreler salim olmakla beraber, kimi yerlerde kısmen habis hücreler..” Kızgınlıkla sözünü kesti: “Kamuran sonucu söylesene Allah aşkına!” Dr. Kamuran yutkundu, suçlu gibi başını öne eğdi:
– Çok differansiye yassı hücreli karsinom.
Kamuran’ın yapmak istediğini kim bilir kaç kez kendi hastalarına yapmıştı. Bir hastaya “Sende kanser var” demek hiç de kolay bir şey değildir. Bu, hastayı tedavi eden doktor için de zor ve çok sıkıntılı bir iştir. O tatsız gerçeği olabildiğince yumuşatıp, hastaya ve yakınlarına daha bir kabul edilebilir gösterebilmek için belli bir anlatım kalıbı vardır. İşte Dr.Kamuran da bunu yapmaya çalışıyordu. Şimdi roller değişmişti. Kim ona bu gerçeği “kabul edilebilir” gösterebilirdi ki? Ama yapacak bir şey yoktu. Kendi kendine söylendi: “Et kokarsa tuzlanır, peki ya tuz kokarsa?”
Çok karmakarışık duygular içindeydi. Kendi kendine tekrarladı: Çok differansiye yassı hücreli karsinom, çok differansiye yassı hücreli karsinom.
O akşam Nazan’a her şeyi tek tek anlattı. Bunun bir gırtlak kanseri olduğunu söylediğinde karısının hıçkırıklar içinde kalması üzerine, hastalığın henüz gırtlak dışına yayılmadığını, bunun bir şans olduğunu anlatıp eşini teselli etti. Bunun her şeyin sonu olmadığını, daha birlikte yapacak çok şeyleri olduğunu ve birlikte geçirecekleri uzun yılları olduğunu söylerken sesi titriyordu. Belli ki söylediklerine kendisi de inanmak istiyordu. İşler yolunda giderse gırtlağının sadece yarısını kaybetmekle kurtulacağını anlatıp karısını yatıştırmaya çalıştı. İşler yolunda gitmezse kısmını anlatmak yerine, “Ben Oğuz’un mahir ellerine güveniyorum” demekle yetindi. Gerçekten de kendisi de, Dr.Oğuz da bu konuda çok tecrübeli cerrahlardı. Kim bilir kaç kanser hastasına şifa dağıtmışlardı, kimi zaman da birlikte ameliyatlara girmişlerdi. Ne acı ki doktorun tecrübesi her zaman hastasını kurtarmaya yetmiyordu.
Ameliyat hazırlıkları birkaç günde tamamlandı ve ameliyat günü gelip çattı. Bütün ısrarlarına rağmen, eşinin birlikte hastaneye gelmesini istemedi. Nazan o sabah onu dualarla uğurladı, arkasından bir kova su döktü. Arabası gözden kaybolana kadar takip etti, araba görünmez olduktan sonra da göz yaşlarına boğuldu.
************************
Sahnede elinde bir demet çiçek tutan genç doktor:
– Bu ayın konuk konuşmacısı olan sayın meslektaşımıza, yıllar önce yaşadığı deneyimlerini ve çok özel anılarını bizlerle paylaştığı için, teşekkür ediyor, tabip odamız adına sunduğumuz bu çiçeği kabul etmesini rica ediyoruz.
Kürsüdeki tıknaz, saçları kırarmış, yaşlı doktor, kucağında tuttuğu çiçeklerle mikrofona yönelir ve anlaşılabilir ama oldukça kısık, çatallı bir sesle:
– Dostlarım, değerli meslektaşlarım, biz hekimler hastalarımıza faydalı olabilmek, doğru tedaviler uygulayabilmek için duygulardan arınıp, akılcı kararlar vermek zorundayız. Öte yandan iyi bir doktor, önce iyi bir insan olmak, sonra da iyi bir insan olarak empati yapabilmek, kendini hastalarının yerine koyabilmek, onların duygularını paylaşmak zorundadır. Fakat dinlediğiniz hikayede ben hastalarını tedavi eden bir doktor değil, doktorundan şifa bekleyen hasta idim. Peki şimdi ben tekrar soruyorum: “Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır?”
– Son olarak hala aranızda olabilmemi borçlu olduğum ve birkaç yıl önce lösemiden kaybettiğimiz, can dostum sevgili Dr.Oğuz’u rahmet ve saygıyla anıyorum.
Ümit Evran