Çıkmaz
Saşkın gözlü, sağlam beyaz dişli, siyah gür saçları basık alnını kapayan Şerif, ömrünün yirmi iki yılını seyahatlerde geçirmiş, daha şaşkın gözlerle, takma dişlerle, dazlak başına yamanmış gibi duran uzun kırış kırış bir alınla, eskisinden kötü bir vaziyette doğduğu şehre dönmüştü. Zabıt kâtipliği, defterdarlık, muhasebe yardımcılığı gibi aşamaları geride bıraktıktan sonra kırk üç yaşında Abâde* maliye reisliğine seçilmişti. Dünyaya geldiği ve çocukluk yıllarını geçirdiği şehirdi burası. Şerif on iki yaşına basınca babası öğrenim için Tahran’a göndermişti onu. Bir süre sonra maliyeye girmiş o zamandan beri o şehir senin bu şehir benim kerbeder bir hayat sürmüştü. Şimdi tesadüfen ya da kendi isteği ile Abâde’ye dönmüştü. Babasından miras kalan evde ve çalıştığı dairede hiçbir şeyden zevk almaksızın vakit öldürüp duruyordu.
Sabahları çok geç kalkıyordu. Tembellik ve rahat düşkünlüğünden değil, sadece vakit geçirmek düşüncesinden kaynaklanıyordu geç kalkışı. Kafasına esti mi, işe uğramadığı da oluyordu. Her şeye karşı kayıtsız, umursamaz biri olmuştu. Zaten bu yüzden yüzsüz, kurnaz ve hırsız meslektaşlarından geride kalmıştı. Yaşamında onun geri kalmasına yol açan şey içki ve esrar değil, belki de yufka yürekliliği ve geçimli biri oluşuydu. Şerif’in geçinmek için devlet babanın parasına ihtiyacı yoktu. Ölmeyecek kadar da olsa, ömrünün sonuna kadar yetecek gelir bırakmıştı babası ona. Çok fazla açılmayıp da heveslerine uymasa, bu para yeter de artardı bile. Kendisine bir eğlence bulamaması bir yana, dairede masa başında oturmak onun için ikinci bir alışkanlık ve bir tür kuruntu haline geldiğinden masasını yitirmek istemiyordu.
Döndükten sonra her şey dar, sınırlı, yüzeysel ve küçük geliyordu Şerif’e. Herkes aşınmış, köhneleşmişti adeta, havasını, rengini yitirmişti. Ama yaşamın karnına pençelerini geçirmişler, korkulan, kuruntuları, batıl inançları, bencillikleri artmış da artmıştı. Kimileri sınırlı arzularına az çok ulaşmıştı. Karınları sarkmış, şehvetleri belden aşağıdan çenelerine vurmuştu. Yaşam kavgası içinde bütün duyguları üçkâğıtçılığa, alttakileri dolandırrnaya, pamuk, haşhaş ve buğday mahsulüne ya da çocuk kundağına ve eski nikris hastalığına yönelmişti. Kendisi yaşlanıp eski gücünü kuvvetini kaybetmemiş miydi? Esrar içme takımı ve votka şişesi yanında istirahat umuduyla dönmemiş miydi doğduğu şehre? Son görüşmesinde körpecik bıraktığı kız kardeşi kaç doğum yapmış, buruş kırış içinde kalmıştı. Göz kenarlarındaki şahrem şahrem çizgiler Şerif’in yaşlandığını gösteren en belirgin işaretlerdi. Hakaret edilirrnişçesine Abâde denilen kızıl topraklı bu harabe şehir onun için tehditkâr bir yerdi.
Belki dünya değişmemişti de yaşlılık ve umutsuzluk dolayısıyla her şey gençlik günlerindeki büyüleyici cazibesini ve güler yüzünü yitirmişti ona göre. Bir o elleri bomboş kalmış ve farkına bile varmadan her yıl gücünün kuvvetinin bir kısmı gözle görünmeyen bir menfezden çıkıp gitmişti. Birkaç mutsuz hatıra, bir iki rezillik ve boşuna çırpınmadan başka bir şey kalmamıştı geride. Sadece kendi leşini o delikten bu deliğe sürüklemişti ve şimdi daha güzel günler beklentisinde değildi.
Şerif dairedeki tüm vaktini maliye binasının asma katındaki odada rengi atmış kahverengi masa başında geçiriyordu. Esniyor, Larousse’u karıştırıyor, resimlerine bakıyor ve sigara içiyor ya da resmi evrakla üstünkörü ilgileniyor ve isminin altına özenmeden koskoca imzalar atıyordu. Daireden çıktıktan sonra akşamları bir araya gelip kumara oturan devlet dairesi müdürlerinin aksine meslektaşlarıyla ve müdürlerle kaynaşmıyordu. Bir köşeye çekilmeyi tercih etmişti. Evde vaktini bahçeyle ilgilenerek geçiriyordu. Esrar düzeneğini hazırlamak zamanı çoğunu alıyordu zaten. Golâmrıza, pirinç mangalı yakıp havuz başındaki söğüt ağacının altında deri sofranın üstüne koyduktan sonra Şerif, içinde esrar içme takımının bulunduğu kutuyu dikkatle açıyor, küçük içki şişesini ve esrar içme aletlerini çevresine düzen ve ustalıkla yerleştiriyordu. Kimi zaman Golârnrıza bir dini ayin icra ediyormuş gibi itaatkâr, sessiz ve başı yerde gelerek esrar veriyordu ona.
İyice çökmüş bir ihtiyar olan Golârnrıza evin demirbaşlarından biri sayılıyordu. Adeta bir köpek gibi sahibine vefalı kalmıştı. Sahibinin uğruna hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen, güler yüzlü, karınca incitmeyen eski adamlardandı. Şerif’in kuruntularını bilen ve ona istediği gibi davranabilen tek kişiydi. Şerif hastalık derecesinde temizlik hastası olduğundan ikide bir elini yüzünü yıkar, her şeyde bir kusur bulurdu. Golâmrıza, efendisinin istediği gibi davranmak için su bardağını, havluyu, çarşafı yıkarken ve odaları süpürürken apayrı bir özen gösterirdi.
Şerif, esrar merasiminden sonra esrar çubuğunu, çini hokkayı, hatta her defasında yerli yersiz çıkardığı seyahat tavlasını dikkatle temizler, kendine özgü bir zevk anlayışı içinde seyahat kutusunun ilgili bölmelerine yerleştirirdi. Sonra mukaddes bir şeymiş gibi gördüğü ipek ciltli fotoğraf albümünü özenle çıkarır ve sayfalarını çevifirdi. Albüme bakmak esrarın verdiği neşeyi tamamlayan bir şeydi sanki. Bu albüm onun yaşam sineması, tüm geçmişiydi. Seyahatlerinde tanıştığı herkesin ve tüm arkadaşlarının resmi vardı albümde. Resimler eskilerde kalmış hüzün verici anılarını canlandırıyordu tekrar.
Şerif’in beyin eğlencesi orta halli insanların bilgi sınırları sayılan Hâfız* Divan’ı ile Sadî’nin** Külliyat’ıydı. Yaşamın kazandırdığı acı tecrübeler insanlara karşı bir tür nefret ve bezginlik duygusu yaratmıştı onda. İnsanlarla işi varken takındığı soğukkanlı tavır savunma aracıydı. Bir de, ayağına çan bağladığı eğitimli bir kekliği vardı. Kekliğe göz kulak olsun diye bir cılız köpek edinmişti. Boş zamanlarında can yoldaşı olmuşlardı ona. İnsanların hile hurda dolu dünyasından hayvanların içten, kayıtsız ve çocukça dünyalarına sığınmıştı adeta. Hayatı boyunca mahrum kaldığı şefkati, sade duyguları onların ilgisinde, ülfetinde arıyordu.
Bir gün ikindi üzeri Şerif dairedeki masanın başında kalınca bir dosya ile meşgulken kapı açıldı ve bir genç girdi içeri. Abâde’nin maliye memuru olarak Tahran’dan gelmişti. Elindeki tayin yazısını Şerif’e verdi. Şerif başını dosyadan kaldırıp da onu görünce irkildi. Öylesine allak bullak oldu ki kendisindeki bu ani değişimi frenlemekte bayağı bayağı zorlandı. Kalbine bağlanmış, görülmez bir zincir gerilmiş çekilmişti sanki. İyileşmesi yıllar süren yara yine açıldı. Dünya gözünde karardı, durgun bir ses perdesi çekildi önüne ve bu perdede silik, elem verici bir manzara oluştu. Böyle bir şey mümkün müydü? Şerif bu genci derin bir uykuda, gençlik döneminin düşünde görmüş, yaşamının en iyi dönemini onunla geçirmişti. Bu olay yirmi bir yıl önce gerçekleşmiş ve sonra o, bu dünyaya ait zarif, kırılgan bir şey gibi gözlerinin önünden kaybolmuştu.
İnanası gelmiyordu. Oysa kendisi yaşlanmış, çökmüş, ölümü beklemeye koyulmuştu. Nasıl olmuştu da bu genç, gittiği o meçhul dünyadan daha genç ve neşeli dönüp, karşısında bitivermişti? Arkadaşının acı dolu anılarıyla ilgili belli belirsiz bir his yüreğini sıkıştırdı. Zorla yutkundu, dışarı fırlamış ümüğü bir aşağı bir yukarı hareket etti.
Şerif iyi tanıyordu bu genci. Karşısındaki genç, eski okul arkadaşının o zamanki yaşındaydı. Sınıf arkadaşı ve dostu Muhsin ile arasında dış görünüşteki benzerliğin yanı sıra gayri ihtiyari hareketleri, bıkkın bakışları, boğazını temizlemesi de tıpatıp mutsuz arkadaşına benziyordu. Ne var ki geçirdiği sarsıntı ve kaygının izleri de vardı üstünde. Görünüşe bakılırsa ruhu sıradan insanların yaşam kurallarına bağlanmaktan kurtulmuştu. Bu yüzden çocuksu bir hali vardı.
Şerif yazıyı gözüne yaklaştırdıysa da okuyamadı. Yazılar dans ediyordu gözünde. Sadece Mecid adını okuyabildi. “Bir tesadüf olsa gerek!” diye mırıldandı. Şerif’in işlerinde hep bir sorun çıkardı çünkü. Sanki uğursuz bir güç sürekli peşindeydi onun. Şaşkınlığı sürerken bu zoraki cümleyi tekrarlayıp duruyordu kendi kendine.
Tekdüze hayatında ve klişe gibi önceden hazırlanmış, saat akrebinin düzeni içinde gelip geçen günlerinde cereyan eden bu olay çok garipti doğrusu. Sonunda, bir süre tereddüt geçirdikten sonra, ıstırabından titrerken yumuşak bir ifadeyle Mecid’e babasının adını sordu. Mecid’in Muhsin’in oğlu olduğundan şüphesi kalmayınca, babasıyla kardeşten daha samimi olduğunu, aynı okulda okuduklarını ve aynı dairede çalıştıklarını söyledi ona. “Rahmetli babanızın bende kardeşlik hakkı var. Siz oğlum sayılırsınız. Sizi evime davet etmek vazifemdir” diye sürdürdü sözlerini.
Çalışma saati bittikten sonra Mecid’i evine götürmeye karar verdi. Odacı, Mecid’in eşyalarını aldı ve birlikte eve gitmek üzere yola çıktılar. Kızıl kerpiç duvarların ve çevresine çit çekilmiş birkaç yıkıntının arasından geçtiler. Yol boyunca Şerif Mecid’in babasıyla olan dostluğundan, gönül birliğinden bahsetti. Nihayet içinden su arkı geçen, ağaçlı ve yeşillikli, biçimsiz büyükçe bir havuzun mekânı doldurduğu bahçeli ve gösterişli bir eve girdiler. Bu bahçe, şehrin kuru ve ruhsuz manzarası karşısında çöl ortasındaki vaha gibi görünüyordu.
Şerif, daha bir emin adımlarla ve her zamankinden daha neşeli yürüyordu. Çünkü bu beklenmedik yol göstericilik yalnız ölen dostuna karşı yerine getirilecek bir görev değildi, belki biraz da zevk alı^rordu bu durumdan. Ölümünden yıllar sonra tekdüze hayatında bir bakıma tatlı bir değişiklik meydana getirdiği için dostuna karşı teşekkür ve değerbilirlik borcu hissetmişti kendinde. İlk kez yazgısından hoşnuttu.
İçeri girince Şerif, misafir odasında Mecid’in yatağını hazırlamasını söyledi Golâmrıza’ya. Salonu halılarla tefriş edilmiş hayli büyük bir odaydı. Salonun bir tarafında boylu boyunca beş girinti, bunların tam karşısında da eyvana açılan beş kapı vardı. Odanın ortasına halı ile kaplanmış büyükçe bir masa konulmuştu. Masanın üstünde yöre işi altı kenarlı bir kutu ve masanın çevresinde birkaç sandalye duruyordu.
Şerif her zamanki gibi üstünü çıkardı. Don gömlek kendi odasına geçti. Esrar teşkilatının başına oturmadan önce aynanın karşısına geçti. Her gün bu aynanın karşısında durup seyrek saçlarını tarar ve kendine şöyle bir bakardı. Ama bu kez her zamankinden çok baktı kendine. Umutsuzca süzdü altın dişlerini kırış kırış olmuş göz kenarlarını, yanık cildini, çökmüş omuzlarını. Soluk alamıyordu; iğrenç olduğunu düşünüyordu hep. Dünyanın ve tüm insanların zulmüne, adaletsizliğine karşı dile getirilemeyen bir kin, bir nefret duydu kendinde. Onu bu halde, bu kılıkta dünyaya getirdikleri için belli belirsiz bir kin duydu annesine, babasına karşı. Hiç dünyaya gelmemiş olsaydı, böyle şeylerle karşılaşmayacaktı. Başkaları gibi yüzsüz, hafifmeşrep, dillere düşen, arsız, hayasız biri olsaydı, eski günleri yâd edecek güzel anıları olacaktı. Yutkundu. Ümük kemigi yine bir yukarı bir aşağı hareket etti. Bu sırada Mecid de geldi ve birlikte esrar tezgâhının başına geçtiler. Şerif esrar çekmeye başladı ve sohbet sırasında Mecid’in gelişini merkeze bildireceğini ve bir iki ay sonra da maaşının artmasını talep edeceğini vaat etti.
Akşam yemeğini erkenden yediler. Mecid gitmeden önce Şerif onun alnını öptü. Mecid bu hareketi şaşırmadan, iğrenmeden çok doğal karşıladı. Şerif kendi kendine tekrarladı: “Ne garip! Bir tesadüf olsa gerek!..” Görünüşündeki kesin değişikliklerin yegâne göstergesi sayılan fotoğraf albümünü aldı. Mendiliyle yüzünü silerken lambanın önünde albümün sayfalarını çeviriyordu. Kız kardeşinin yanında ayakta dururken çektirdiği, üstünde kirli bir giysinin bulunduğu çocukluk resminde şaşkın bir bakışı vardı ve zoraki gülümsediği belliydi. Okuldaki çocuklarla çektirdiği resimde de aynı şaşkın bakışlar vardı. Ama buna, gizlemeye çalıştığı heyecan da eklenmeliydi. Mecid’in babası Muhsin’le garden partide çektirdiği acele resimde de yine o şaşkın gözler görülüyordu. Fakat bu şaşkınlık daha bir derinleşmişti; kendi içine dalıp gitmişti sanki. Fotoğrafın rengi solmuştu. Bakışlarını uzak ve umutsuz buldu. Elini Muhsin’in omzuna atmıştı. O zamanlar on dört-on beş yaşlarında var yoktu. Çok silik göründü gözüne Muhsin’in kılığı kıyafeti; yok olmaya mahkûm geçici bir şeymiş gibi. Bu resmi beğenirdi. Çünkü saçları düzgün, diğer fotoğraflara göre üstü başı daha iyiceydi. Dikkatle çıkardı bu resmi albümden. Son resmi Muhsin’le Mâzenderan’da* çektirmişti. Muhsin tıpatıp Mecid’e benziyordu. Ama birkaç gündür tıraş olmayan ve adeta insan neslinin yok olmasını bekleyen şaşkın bakışlarıyla hiç de beğenmediği katı ve canlı bir haldeydi. Sonra dairedeki arkadaşlarıyla muhtelif illerde ve başkalarıyla çektirdiği resimlere dikkatle baktı. Bu insanlar geçmişte kalıp giden anılara uygun olarak gözünde canlanmakla kalmıyordu; hepsini tek tek görüyor, seslerini işitiyor, geçmişin bu bölümünü zihninden çıkarıp atamıyordu. Çünkü bu anılar onun yaşantısının bir kısmı olmuştu.
Bu resimlere bakmak onda tuhaf bir etki bıraktı. Acı verici ve haşin bir duyguydu bu. Soluğu kesilecek gibi oluyordu. Bir dizi başarısızlık, boşu boşuna koşuşturmalar, mutsuz aşkları gözünde canlanıyordu. Dudakları titriyor, gözleri dalıyordu. Yatağına girip de gözlerini kapayınca, arkadaşları karşısında sıraya giriyor ve sonunda siliniveriyorlardı. Bütün bu yüzler bir bulut ve dumanın arkasında dalgalanıyor, dumanın içinde kayıyor ve sihirli bir yaşarn kılığına bürünüyorlardı. Bu yüzler arasında en canlı ve belirgin olanı okul arkadaşı Muhsin’inkiydi. Sadece o Şerif’te unutulmaz bir etki bırakmış, Mecid’in ani gelişi ve babasına ilginç benzerliği bu etkiyi iyice arttırmıştı. Gözlerinin önünden gitmeyen Muhsin’in âni ölümü ona hayatı zehir etmemiş miydi? Daha sonra hangi mecliste bulunsa, meclis bittikten sonra içindp bir burukluk, yorgunluk ve bezginlik hisseder olmuştu.
Hayatında Şerif’in korku duymasına neden olan şey çirkin görünümüydü. Bu yüzden belli belirsiz bir aşağılık duygusu çekiyor, birine karşı ilgi göstermekten ve alaya alınmaktan korkuyordu. Görünüşe bakılırsa ona karşı içten davranıp dostluk gösteren tek kişi Muhsin’di. Görünüşündeki çirkinliği fark etmiyordu, belki de belli etmiyordu. Onun iyi ahlakına ve ruh güzelliğine vurulmuş gibiydi. Bir tür kardeşçe sevgi ve hoşgörü gösteriyordu. Bazen başkalarına karşı da bu içten davranışı sergilediğinde Şerif’in kıskançlık damarları kabarıyordu. Muhsin’in varlığı onda bir nevi güzelliğe tapma duygusu uyandırmıştı. Yüzü, bakışları, teklifsizce hareketleri, hatta her zamanki âdeti gibi sabit kalemi diline sürünce dudak kenarının boyanması, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler yüzünden birbirlerine küsmeleri, bunların tümü onun için güzellik ve şairane cazibe doluydu. O zamanlar ikisi de on altı yaşındaydı. Hatırına geldi: Yıl sonu sınavları vardı. Bir gün ikindi vakti ders çalıştıktan sonra dolaşmak için Behcetâbâd’a gittiler. Hava sıcaktı. Yüzmeyi çok seven Muhsin suya girmek için Behcetâbâd havuzunun kenarında soyundu. Havuzun suyu soğuktu. Daha sonra birkaç yaya gelince Muhsin yüzmekten vazgeçti. Geri döndü, güldü ve utangaç utangaç Şerif’e baktı. Ve telaşla giyinip geldi; su kenarında Şerif’in yanına oturdu, elini omzuna attı. Bu samimi davranış Şerif için derinden derine haz verici bir şeydi. Aralarında bir elektrik akışını, hafif bir sıcaklık akışını hissetti”. Şerif uzun bir süre bu halde kalmak istiyordu. Ama Muhsin, nefesini Şerif’in yüzünde hissedeceği kadar yaklaşarak “Benim işim var; hemen dönelim” dedi.
Şerif doğal davranmaya çalıştı ama korku ve heyecanla Muhsin’i alnından öptü. Tıpkı çocukluk yıllarında, nevruz bayramında dedesinin onu öpmesi gibi. Yani dudaklarını onun alnına sürüp çekiyordu. Muhsin’in alnı soğuktu. Kalktılar sonra. Muhsin, onun ilgisini gösteren ve gereksiz hareketini sanki böyle olması gerekiyormuş gibi şaşırmadan karşıladı.
Dönüşte Şerif, Muhsin’in gönlünü kazanmış olmak için babasının verdiği ve Muhsin’in birkaç defa çocukça merak ve arzu ile incelediği Makab marka altın saati ona hediye etti. Muhsin açıklama istemeden ya da teşekkür etmeden saati aldı ve şaşkın şaşkın ona baktı. Gözlerinde çocuksu ve sade bir sevinç ışığı parladı ve saati cebine koydu. O gün yolda giderken Muhsin babasının onu evlendireceğinden söz etti Şerif’e isteksiz isteksiz. Bu haber Şerif’i çok sarstı. Çünkü birbirlerinden ayrılacaklarına tanıklık ediyordu yüreği. Muhsin’in o zamana kadar görmediği ve tanımadığı karısına karşı şiddetli bir kin ve kıskançlık hissetti. Birlikte birkaç kez daha Behcetâbâd havuzuna gitseler de dostluklarının arasında bir engel belirmiş, aralarına mesafe girmişti.
Sınavlardan sonra Muhsin evlendi. Ondan sonra iki arkadaşın arasına ayrılık girdi ve birbirlerini nadiren görür oldular… Şerif önce Muhsin’den nefret etti. Ama arkadaşına kızdığı şey kendi başına da geldi. Çünkü bu sıralarda yakınlarını ziyaret için Abâde’ye gitti. Akrabaları orada başına üşüştü ve teyzesinin kızını almaya zorlandı. Yani Şerif’in Gonbed-i Behram yakınlarında Surrnek’teki babadan kalan emlaki, İffet’in babasından kalan emlake eklenecekti. Ama Şerif’in böyle hesaplara ve ekonomik kazançlara kafa yoracak hali yoktu. Her neyse, nikâh merasimi bir çırpıda yapıldı bitti. Şerif’i gelinle el ele tutuşturup odada yalnız bıraktıklarında İffet gülmeye başladı. Şerif’in sinirlerini hurdahaş eden alaycı ve yarım kalmış bir gülüştü bu. Şerif odanın bir kenarında oturmuş, karısının yüzündeki ayrıntıları kayınvalidesininkilerle kıyaslıyordu. Çünkü ana kız tıpatıp birbirine benziyordu. Karısı yaşlanmaya yüz tuttu mu hiçbir şey onun çirkinliğini engelleyemeyecek, annesinin bir kopyası olacaktı. Bunları hissetti. Daha sonra aile kavgaları, incir çekirdeğini doldurmayan bitmez tükenmez ağız dalaşları, hepsi gözünün önüne geldi. İffet’in gülüşü sinir etmişti onu. Bu kadın bir tür memeli garip bir yaratıktı ve onu avare etmek için yaratılmıştı sanki. Şerif, hastaymış gibi yaptı ve geceyi Aştiyan sabunu kokan şiltede yatarak geçirdi. Sabaha kadar kâbus gördü ve sabahleyin Allahaısmarladık bile demeden Tahran’a döndü. Daha sonra teyzesinin kızı iffetsizlik gösterdi ve babası bu iffetsizliğin cezasını çok pahalı ödedi.
Şerif yokken Muhsin tanıdıklardan birinin aracılığı ile ve nüfuzunu kullanarak maliye idaresine girmişti, bir an önce sosyal yaşama katılmak için. Muhsin’in ısrarı üzerine yakınları tarafından tanıştırılarak o da maliyeye girdi ve ikisi de Mâzenderan’a atandılar.
Mâzenderan’da aynı yerde ev tuttular. Tek eğlenceleri tavla oynamaktı. Tatil günleri de Şehsuvar’a gidiyorlardı. Yüzmeyi çok seven Muhsin deniz kıyısında tenha bir yer bulmuştu kendine. Şerif hâlâ iyi hatırlıyordu. Havanın sıkıcı, basık ve denizin çalkantılı olduğu bir gün Muhsin her zamanki gibi soyunup suya girdi. Deniz anormal derecede dalgalı olduğu için Şerif denize girmemesi için bayağı ısrar etmişti. Ama Muhsin sözlerine kulak asmadı. Çünkü kendisinden çok emindi. Korktuğu belli olmasına rağmen inat etti ve sudan korkuyor diye Şerif’le alay ettikten sonra tereddüt etmeden atladı suya. Damarları kabarmış cılız ve beyaz kollarıyla dalgaları yararak kıyıdan uzaklaşıyor, su da yavaş yavaş yükseliyordu. Şerif bu manzarayı seyrederken birden Muhsin’in elini ona doğru salladığını ve sanki rüyadaymış gibi belli belirsiz bir sesle “Gel” dediğini fark etti. Şerif bir şey yapamazdı, hiç yüzme bilmiyordu çünkü. Üstelik yakınlarda ona yardım edebilecek kimse de görünmüyordu. Önce şaka yapıyor sandı. Ağzı açık, ikircikli ikircikli baktı Muhsin’e. Muhsin ondan yardım istiyormuşçasına ikinci bir hareket daha yaptı umutsuzca. Olağanüstü bir çabayla elini kaldırdı ve çatallanmış bir sesle bağırdı: “Ge… el!” Ve boğuldu. Su onu döndürüp içine çekti. Dalgalar birbiri üstüne devriliyordu…
Şerif hayretten yerinde donakalmıştı. Tek gördüğü devrile devrile uzaklaşan yeşil dalgalardı. O kadar dehşete düşmüştü ki ne hareket edebiliyor, ne düşünebiliyordu. Gözleri denize çevrili kalmıştı. Dalgalar daha da azarken, su ayağının altındaki kumlara kadar yükselmişti. Başına beyaz köpükten taç giyen dalgalar, gelip ayaklarının altındaki kumlarda patlıyordu. İnceden bir yağmur başladı o sırada. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Şerif elinde olmadan geri döndü ve ağır adımlarla yağmurda ormana doğru yürümeye koyuldu. Dünyadan ve içindeki varlıklardan çok uzaklaştığını hissediyor, her şeyi durgun bir perdenin ardında görüyordu. Boğuk bir ses sürekli şu cümleyi tekrarlıyordu: “Sen alçaksın, sen insan katilisin!..”
Ölüm ona göre son derece kolay ve doğal geliyordu bu sırada. Yaşam denilen şey alaycı bir aldatmadan başka bir şey değildi. Dört beş saat önce çayırların üstünde Muhsin’le öğle yemeği yememiş miydi? O kadar neşeli, kıvrak ve sevimli olan Muhsin olanca iştahıyla tencere dibinde kalan yemeği yememiş miydi? Çimenlere uzandıktan sonra kırık dökük bilgiler vererek dertleşmişti. Karısı hamileydi. Bir süredir mektup alamamıştı ondan. Sıtmadan ve yol sarsıntısından korktuğu için Tahran’da bırakınıştı onu. Geleceğe dönük planlarından, eğlencelerinden bahsetmişti. İlk kez Şerif’le ciddi bir şey konuşmuştu. Şimdi üflenen bir mum gibi sönmüş ve ölmüştü. Bütün bunlar gerçek miydi? Düş görmemiş miydi? O ölmüştü! Ölmenin anlamı üzerinde hiç durmamıştı bu âna kadar. Savunmasız kalmış bedeni ölü midyeler ve başka ıvır zıvır şeyler gibi uğuldayan deniz dalgalarının altında dalgalara teslim olmuştu. Kayıyor, uzaklaştıkça uzaklaşıyordu. Sadece bir öbek karga deniz kenarında, yağmur altında sessiz sessiz bekçilik ediyorlardı! Şerif ilk kez mırıldandı kendi kendine: “Bu bir tesadüf olsa gerek!.. Ama neden… ama neden?..”
İki gün boyunca dünya tüm rengini yitirip silikleşti. Her şeyi bir sis perdesi ardında görüyordu sanki. Başı dönüyordu; iştahı yoktu ve hiçbir şeyle teselli bulamıyordu. Oysa ne kadar kolay ölünebiliyorrnuş! Ölmek istiyordu. İstiyordu ki birkaç saat sonra deniz suyu onun vücudunu işe yaramaz şeyler gibi kıyıya atsın ve tekrar büyüleyici ve gamlı uğultusuna başlasın. Gizemli bir kuvvet onu, tüm bedbahtlıkları yıkayan ve yaşamın mevhum arzularını yanında alıp götüren kendine çekiyordu. Dalgaların sesi kulağında uğulduyordu. “Gel… gel…” Denizin koyu renkli suyu kendine çağırıyordu onu. Ama başka bir ses “Sen alçaksın… Sen canisin. Neden dostunun kurtuluşu için bir şeyler yapmadın?” diyordu ona.
Bu olay Şerif’in belleğinde o kadar canlıydı ki yalnız bütün ayrıntılarını hatırlamakla kalmıyor, aynı zamanda her an yaşıyordu da. Muhsin’in Makab saatine baktıkça eski anıları film şeridi gibi geçiyordu gözünün önünden. Muhsin bu olaydan iki gün önce saat tamircisine götürmek üzere saati ona vermişti çünkü. Saat tesadüfen onun cebinde kalmıştı ve Şerif onu hâlâ kutsal bir gibi yanında taşıyordu.
Şerif nihayet görevinden istifa ederek Tahran’a döndü. Birkaç defa Muhsin’in karısını, çocuğunu aradıysa da izlerine rastlayamadı. Zamanla bu anıları unutınaya başlamıştı. Ama Mecid’in ani gelişi onda garip bir etki bıraktı; bu anılara daha güçlü ve acılı bir hayat verdi. Şimdi arkadaşının ete kemiğe bürünmüş benzeri karşısında duruyordu. Kim bilir, belki de ta kendisiydi! Çünkü Muhsin’in yaşlılığını görmemişti. Bu yaşta, bu boyda iken arkadaşı aniden kayboluverrnişti. Şerif, Muhsin’in ölmediğini, ruhunun bu genç bedene hulul ettiğini anladı. Belki de bu ölümsüz hayatın kanıtı, belgesiydi. Belki de ebedi yaşarn denilen şey bu doğumdan örnek almıştı. Dernek ki Muhsin ölrnernişti. Oysa o sonsuza kadar ölecekti; geriye bir çocuk bırakmamıştı çünkü. Aynı zamanda tümüyle yok olacağı için de derinden derine bir sevince kavuştu. Saatin yelkovanı onu yokluğa götürecek dakikaları sayıyordu.
Şerif yatağında bir o yana bir bu yana döndü, Muhsin’i düşünerek uyumaya çalıştı ve henüz hava alacakaranlık iken Mecid’i düşünerek uykudan sıçradı. Esnedi; yorgun ve her tarafının döküldüğünü hissetti. Ağzı zehir gibi acıydı. Kalkıp aynada yüzüne baktı. Gözlerinin altı şişmiş, yüzündeki kırışıklar daha bir derinleşmiş, saçları canlılığını yitirmişti. Bacağındaki bir sinir ta beline kadar çekiliyordu sanki. Yavaş yavaş gidip misafir odasının kapı aralığından Mecid’in yatağına baktı. Pencereden yüzüne bir parça ışık vurmuştu. Çocuksu bir yüzü vardı. Yanakları al al olmuş, alnında ter tanecikleri parlıyordu. Sıkılı yumruğunu şilteden çıkarmıştı. Mecid ruhani ve övülesi bir varlık gibi geldi ona.
Her günkü gibi Şerif havuz başındaki söğüdün altında kahvaltı sofrasına oturmuş, sigara içerken Mecid geldi, kahvaltıya oturdu. Selam sabahtan sonra Şerif konuşacak bir konu bulmak için ona saatinin olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap alınca vaktiyle babasına hediye ettiği saati çıkararak “Bu babanın bende kalan emaneti” dedi.
Mecid saati aldı, garip bir varlık görmüş gibi şöyle üstünkörü baktı. Gözlerinde çocuksu ama hoşgörülü bir sevinç ışığı parladı. Sonra teşekkür etmeden saati cebine koydu. Şerif göz ucuyla onu süzerken gençlik günlerinin anılarında yaşıyordu. Mecid’in babasıyla birlikte geçirdiği, bir düşe benzeyen, kaybolmuş bir dünyanın anıları tüm ayrıntısıyla gözünde canlanmıştı. Mecid’in tüm hareketlerinde hatta ekmek yiyiş tarzında bile babasının izini arıyordu. Babasının kopyası olan Mecid ise Şerif’in arzusunu eksiksiz yerine getirdi. Şerif daha sonra iç cebinden özenle bir resim çıkardı. “Bu resmi rahmetlibabanla birlikte garden partide çektirmiştik. O zamanlar saçlarımın dökülmesine sebep olacak tifoya yakalanrnarnıştım!”
Mecid isteksizce resme göz attı. Yabancı birinin resmini görmüş gibi yere bıraktı ve garipseyerek Şerif’in yüzüne baktı. O zamana kadar Şerif’in dazlaklığını fark etmemişti.
Şerif resmi aldı ve kalkıp birlikte daireye gittiler.
Şerif’in sihirli hayatı iki hafta sürdü ve yorulmak bilmeyen bir azimle dairedeki her işi ve muhasebenin sırlarını iğneden ipliğe kadar Mecid’e anlattı. Bu nedenle de Mecid diğer çalışanların ilgisini çekti. Şerif’in dairedeki ve evindeki yaşantısında da büyük değişimler olmuştu. Masasının başında işlerle daha çok ilgilenip özen gösteriyordu. Her hafta Abâde çevresindeki köyleri teftişe gittiğinde Mecid’i de özel sekreteri olarak alıyordu yanına. Evde Golâmrıza’ya kapris yapmıyordu. Aşırı temizlik kuruntularından kurtulmuştu ve hangi bardakta olursa olsun su içiyordu. Yaşamla yeniden barıştığını sanıyordu Şerif. Yemeğini iştahla yiyordu ve gözleri ışıl ışıldı. Kaybettiği hayatı yeniden bulmuştu çünkü; hem de hayatın onu mahkûm ettiği bir sırada!
Akşamları Mecid kayıtsızlıkla ve teklifsizce gelip esrar tezgâhının başına geçiyor, Şerif’le tavla oynuyor ya da şundan bundan söz ediyordu. Yatmaya gitmeden önce Şerif bir baba gibi mutlaka onu alnından öpüyordu. Şehvet âlemiyle hiçbir ilgisi olmayan, keyif verici, derin ve meçhul bir ‘ aşk uyanmıştı Şerif’in tekdüze, sessiz, yalnız ve soğuk yaşamında. Kendisinde bir tür güven, tarafsızlık, doyum hissediyordu. Öte yandan Mecid’e belli belirsiz ve özverili bir baba şefkati duyuyordu. Ona kol kanat germeyi, ahlakını ve davranışlarını gözlem altında tutmayı görev edinmişti kendisine. Mecid onun çocuğu yerinde değil miydi? Şerif’in kendi çocuğunu bu kadar sevmesi mümkün müydü?
Gökyüzününkoyu bulutlarla kaplandığı sıcak bir yaz günü maliyede olağanüstü bir şey oldu. Haşhaş tahdit müfettişi gelmişti merkezden ve komisyonlar Şerif’in öğleüstü eve gitmesine engel olmuştu. Şerif öğle yemeğini dairede yedi ve Golârnrıza kendine özgü el çabukluğu ile idarenin çayhanesinde esrar teşkilatını kurdu. Şerif hızla işleri çıkarmaya çalıştı ve bir iki kez Mecid’i çağırttı. Fakat Mecid daireye gelmemişti.
Hava alacakaranlık iken Golârnrıza korkuyla daireye geldi ve zorla komisyon odasına girdi. Canı o kadar sıkkındı ki Şerif onu görünce irkildi birden. Masadan kalkıp sordu:
— N’oldu?
— Beyefendi… Mecid Han Bey havuzda boğulmuş… Öğleyin eve döndüğümde, baktım kapıyı arkadan kilitlemiş… Birkaç saat bekledim; sonra komşunun evinden geçtim içeri. Mecid Han Bey’in cesedini gördüm suyun üstünde…
Şerif yutkundu ve ümük kemiği bir aşağı bir yukarı hareket etti. Boğuk bir sesle:
— Peki doktora… doktora haber vermedin mi?
— Beyefendi, iş işten geçmiş, bedeni soğumuştu. Su yüzüne çıkmıştı. Cesedini çıkarıp sundurmaya bıraktım.
Şerif’in ağzı acılaştı ve ağır adımlarla komisyon odasından çıktı. Hava boğucu ve karanlıktı ve çisil çisil yağmur yağıyordu. Bu yaz akşamında insanı sarhoş eden toprak ve yıkanmış yaprak kokusu vardı havada. Şerif birkaç sokağı geçti. Golârnrıza da gölge gibi peşinden geliyordu. Evinde kapı, pencere, her taraf açıktı. Sundurmada lüks lainbası yanıyordu. Mecid’in cesedi sundurmaya konulmuş ve üstü beyaz bir şilteyle örtülmüştü. Şiltenin altında ıslak saçları görülüyordu. Uzamıştı sanki.
Şerif sundurma kenarında yağmurun altında beklemeye başladı. Ansızın havuza ilişti gözü. Havuzun yüzü lambanın verdiği aydınlıkta göz kırpıyormuş gibi geldi. Dehşete düşmüş gözlerle boş boş bakıyordu. Ne huzurlu ve keyifli dakikalar geçirmişti bu havuz başında! Bu şehirdeki tüm hayatı, dairedeki çalışma masası, esrar takımı, söğüt ağacı, eğitilmiş keklik, eğlenceleri hepsi alçalmış ve komik bir hale bürünmüştü. Artık bu evde yaşamanın imkânsızlaştığını hissetti. Havuzun deniz gibi karanlık ve koyu renkli suyuna daldı gözleri. Kristal bir top gibi göründü havuz suyu. Ama bu kristal topta çırpınan insanın gövdesi kimindi? Mecid’i görüyordu bu topta. Damarları çıkmış ince, cılız kollarını sallayarak “Gel!.. Gel!..” diyordu ona. Şerif’in gözüne karanlık bir perde indi. Geldiği yoldan geniş ve umursamaz adımlarla geri döndü.
Ellerini arkadan kavuşturdu ve evden çıkıp yağmurun altında yürümeye başladı. Muhsin’in ölümünde hissettikleri yeniden depreşti. Kendi kendine tekrarlayıp duruyordu: “Bu bir tesadüf olsa gerek!” Gözleri kararıyordu. Yağmur gittikçe hızlanmış olsa da fark etmiyordu. Mâzenderan manzaraları silik bir şekilde gözünde canlanmıştı, tozlu bir şişenin ardından görünür gibi. Hep bir ses vardı kulağında: “Sen rezilsin!.. Sen canisin!..”
Bu cümleyi önceden derin bir uykuda işitmişti. Bir daha dönmemek üzere çıkmıştı evden. Mevhum bir dünyada yaşadığını, eski, yeni ne varsa hiçbir şeyle bağlantısının olmadığını hissediyordu. Tüm olup bitenlerden uzaktaydı! Yağmur ağ örmüştü çevresine adeta. Bu incecik ağ telleri arasında ıslanmıştı. Yağmur damlaları bu telleri tutup aşağı çeken inatçı yaratıklardı sanki.
Şerif serseri bir gölge gibi yağmur altında tenha ve ıslak sokaklardan geçip uzaklaşıyordu.
Sadık Hidayet